Sayfalar

22 Aralık 2012 Cumartesi

Sur'un Sesi

Bir İzmirliyim lakin Şirince'ye gitmedim. Ne işim var bu soğukta Şirince'de. Açıkçası bu Şirince durumu, oradaki köylülere de eğlence oldu. Gerçi bir çoğu çok kalabalık olacağını düşünüp hazırlık ve masraf yapmışlar. Üzüldüm bu duruma. Bir de kim Şirince dedi, neden dedi, ben anlamış değilim. Kaynak belirtilmeden bağırdı televizyonlar Şirince'nin adını. Madem kıyamet kopacak neden Şirince ayakta kalıyor? Birileri sağ kalıyorsa o kıyamet olmaz herhalde...


8 Aralık 2012 Cumartesi

Güzel Oyunların Güzel OST'leri Olur

OST, yani Original Soundtrack. Son dönemde oyun sektörü öyle bir gelişti, film sektöründen daha karlı hale geldi, daha büyük bir hacim sahibi oldu açıklandı. Geliri fazla olunca yapılan işlerde kaliteli ve güzel işler oldu. Oyunlar da film gibi, bir hikayeyi yaşıyoruz. Çocukça veya değil bir çok tipte oyun var. Tabii her filmin olduğu gibi bu oyunlarında müzik albümleri oluyor ve güzel oyunların, güzel müzikleri olur...


29 Kasım 2012 Perşembe

Müziğin Koruyucusu Azize Cecilia

Gördüğümüz çoğu tabloda melekler, İsa ve azizler yer alır. İmparatorlar öyle istemiş, emretmiş yada ısmarlamış bu yüzdendir hep din üzerine çalışmış ortaçağın sanatçıları. Aslında dinlerinde de resmedilecek bir sürü olay, kişi ve hikaye var ki Azize Cecilia'da bunlardan sadece biri. Pekala bizim sayfamıza konuk olmasının nedeni ise Azize Cecilia'nın "müziğin koruyucu" olarak bilinmesi...

27 Kasım 2012 Salı

Yolculuk

Bu yolculuk aslında biraz daha mistik sayılır. Coelho'nun Simyacı'sı gibi biraz, içsel ve mistik. Pekala konuyu müziğe bağlamadan önce yazıyı yazdıran şeyin bir playstation oyunu olduğunu söyleyeyim. Oyunun ilk oynanış videoları çıktığında hepimiz bu çölde geçen oyunu fazla sanatsal ve farklı bulmuştuk. Genç kullanıcıya çok hitap etmedi sanırım pek beğenildiğini duymadım. Yine de meraklısı için bu tip oyunlar zaten paha biçilemez...

19 Kasım 2012 Pazartesi

Albüm Dinleyelim

Albümün nedir hepimiz biliyoruz aslında. Bir sanatçının yada müzikal topluluğun çeşitli parçaları bir araya koyup bize sunduğu, genellikle 30 dakikanın üzerinde olan sanat eserleridir albüm. Aslında değineceğim konu gerçek bir albümün nasıl olması gerektiği. Bu günlerde öyle zor bir şey ki gerçek bir albüm dinlemek...
 

11 Kasım 2012 Pazar

Eurovision'a Kim Gider?

TRT her sene açıklıyor, şu günlerde de bir dedikodu aldı başını gidiyor. Bedük gidiyormuş şeklinde bir söylenti var. Aslında ben de çoğu insan gibi şaşırmadım. Ne de olsa yıllardır İngilizce şarkı söyleyen buna rağmen ülkemizde tanınan bir müzisyen...

10 Kasım 2012 Cumartesi

Zaman Tüneli: Tracy Chapman

Açıkçası bir saygı yazısı yazmam gerekliydi kendisine. Ortaokulda keşfettiğimden beridir hep yanımda ve özellikle güzel uykular çekmeme ve üzüldüğüm anlarda iyi hissetmeme olanak veriyor. Kısacası Tracy Chapman her derde deva.

Ben onu dinlerken hep utangaç bir çocuğun içe kapanıklığı ve garip hüznüyle karşılaştım. Bu her albümünde aynıydı. Gençlik heyecanını atıp biraz daha büyüyünceyse daha da belirginleşti ve benim için çok özel bir yere ulaştı. Kendime tam bir Tracy Chapman gurusu diyemem ama albümlerine para vermiş, arabamda özellikle de kışın uzun yollarda bana eşlik etmiş bir müzisyen. Bu yazıyı hakediyor...

Dünyanın En Abzürd Grupları

Evet başlık her şeyi açıklıyor. Bu yazı bir site hakkında, aslında bir blog. The Weirdest Band in the World başlıklı site, dünyadaki en garip/acayip/abzürd grupları tanıtıyor. Filippo Tommaso Marinetti adlı ünlü fütürist söylemişti sanırım "Abzürd aslında geleceğin kendisidir." diye. Demek istediğim önceki Sebzeler ve Müzik yazımda da söylenen şeyle aynı: Enstrumanlar bizi sıkınca bunları dinleyeceğiz!


Sebzeler ve Müzik

Evet biliyorum, bu yazdığım iki şey ancak çöl ve kutup ayısı kadar alakalı ama Viyanalı 11 müzisyen bu işe bir alaka bulmayı başarmışlar. Bahsettiğim olay sebzelere şekil vererek enstruman yaratan bir orkestra. Kendilerine Sebze Orkestrası (The Vegetable Orchestra) adını veren bu müzisyenler, bildiğimiz müzik aletlerinden sıkılmışlar ve keşfedilecek çok şeyin olduğunu ekliyorlar. "Geleneksel müzik aletlerinin çıkardıkları sesleri zaten biliyoruz. Hepimiz o seslere aşinayız. Aynı enstrumanın aynı sesiyle farklı parçalar duyuyoruz. Ancak bir sebzenin nasıl birses çıkarabileceğini bilmiyoruz, deneyerek buluyoruz"...


23 Ekim 2012 Salı

The Wrestler

The Wrestler iyi filmdi, sıkı filmdi. Aronofsky'nin ufak gemlerinden biri diyebiliriz. Aslında hüzünlü bir film olmasına rağmen, bir o kadar da hayata tutunmak isteyen birilerini anlatıyor. 80'lerin gençliğinin 90'lardaki hali gibi bir durum var.


Randy 'The Ram' Robinson: Goddamn they don't make em' like they used to.
 

Cassidy: Fuckin' 80's man, best shit ever !
 

Randy 'The Ram' Robinson: Bet'chr ass man, Guns N' Roses! Rules.
 

Cassidy: Crue!
 

Randy 'The Ram' Robinson: Yeah!
Cassidy: Def Lep!
Randy 'The Ram' Robinson: Then that Cobain pussy had to come around & ruin it all.
Cassidy: Like theres something wrong with just wanting to have a good time?
Randy 'The Ram' Robinson: I'll tell you somethin', I hate the fuckin' 90's.
Cassidy: Fuckin' 90's sucked.
Randy 'The Ram' Robinson: Fuckin' 90's sucked.

20 Ekim 2012 Cumartesi

Kolej Rock, Alternatif Rock ve R.E.M.

Gece saat 4 ama evet, uykum gelmek istemiyor. Çok kahve içtim sanırım bugün ve çay biraz. Saatler ilerledikçe de bir hüzün başlıyor neden bilmiyorum. Çok hareketli şeyler dinlemek istemiyorum, zaten saat geç olmuş. Youtube'da, playlist'ime bakıyorum bir videoyu unutmuşum. Çok eskilerden, tozlu bir şarkı You're The One Lee var içerisinde. Dinliyorum ve bu yazıyı yazmak için gereken ilham da tam orada duruyormuş zaten.

Miracle Legion - You're The One Lee

Yazının konusu "kolej rock" dediğimiz müzik türü. Orjinali tabii ki "college rock". Bu müzik için alternatif rock müziğin başlangıcı diyebiliriz. 70'lerin sonunda üniversite öğrencisi olan ve birazda enstruman çalmayı bilen gençlerin birleşik, müzik grubu kurdukları ve basit şarkılar yazdıkları yıllar.

Bu çocukların ortak özelliği, büyük başarılar peşinde koşmamaları ve hatta ummamaları. Bunun nedeni ise rock müzik piyasasının Whitesnake gibi devler tarafından kuşatılmış olması. Bu gruplardan hem imaj olarak çok gerideler hem de trendler bu çocukları desteklemiyor.

Bizim bu kolej çocukları da gariban ne yapsınlar, basit şarkıları oduncu gömlekleriyle kendi hallerinde yeraltında takılıyorlar ve biraz da para kazanmayı umuyorlar. İşte böyle bir durumda R.E.M. ilk kez liste başarısı kazanıyor.

R.E.M. - Perfect Circle (Live)

İngiltere kıyısında ise durumlar farklı değil. Orada da biraz daha Brit bir havada gidiyor işler. Müzik daha yağmurlu ve tonlar daha tiz. Morrissey'in önderliğindeki The Smiths başı çekiyor. 100 bin civarı satan 4 albüm yapıyorlar. Sonra Morrissey solo albümle hayatına devam ediyor tabii.

Böylece rock müziğin yaşadığı 2 kıtada, college rock ile tam anlamıyla tanışıyor. Daha doğrusu college rock popüler oluyor. Tabii bu adamlar tek başlarına bu işi yapmıyorlar. Yanlarında The Church, The La's gibi güzel gruplar da var.

The La's - There She Goes

Yıllar akıp geçiyor, 90'lı yıllara geliyoruz. Nirvana diye bir grup çıkıveriyor ve müzik anlayışı bir anda değişiyor. İşte burada tavır olarak bu kolejli çocuklardan çok da farklı olmayan ama müzikal olarak çok çeşitlilik gösteren bir sürü grup türüyor. Müzik yazarları da bu kolej rock müziğini, daha geniş bir çerçeve içine alan, yeni bir terim üretiyorlar: Alternatif rock.

Bu değişim ve yeni müzik, bizim kolej çocuklarının çocuksuluğunu, alıp götürüyor. Müzikal açıdan kendilerini geliştiriyorlar. Aslında bir çoğu dağılıyor bu kolej çocuklarının. Belli başlılarını biliyoruz. Bunlardan da çoğu orta sınıf grupların arasında yola devam ediyor. Bugüne kalan ve ruhunu kaybetmeyen tek grup ise R.E.M. kalıyor.

R.E.M. - Oh My Heart

Aslında yazıyı bir R.E.M. 'e saygı yazısı haline getirmek de istiyorum. Çünkü onlar geçen sene dağıldı ve o içli müzik artık olmayacak. 32 yıl sonra ayakta kalan son kolej rock grubu ve alternatif rock'ın babaları müzik yapmamaya karar verdiler.

Son albümleri yaptıkları en iyi işlerden biriydi ve kesinlikle çok içliydi. Onlarsa "Albüm satışları bizi devam etmek için motive etmiyor" diyerek, şevkleri kırıldığından artık müzik yapmayacaklarını açıkladılar. Alternatif rock müziği başlatan gruptan, bu müziğin bittiğine dair bir açıklama bu.

Tam 32 yıllık bir serüvenin sonu ve yeni dünya, Justin Bieber ve benzerleriyle daha mutlu görünüyor.

19 Ekim 2012 Cuma

I Want My MTV - Müzikte Klip Dönemi

Lafı çok döndürmeye gerek yok. Bu yazıda MTV'nin kuruluş hikayesini anlatıcam. MTV'nin önemini müzik dünyası için pek anlatmaya gerek yok. Hep sesini duyduğunuz adamı, birde ekranda görmeye başlayınca işler değişiyor. Bir bakmışız, iyi şarkı söylemek değilde, yakışıklı veya güzel görünmek daha önemli olmuş. İşte bir milat, bir devrim MTV. Müzik pazarlaması ve kliplerin ortaya çıktığı bir dünyaya nasıl geçtik, bunun hikayesi...

1980'lerin ilk yıllarında muhafazakar Amerika  için ortaya çıkmış bir sürü içi boş albüm marketlerde yerini alıyordu. Çoğu müzik yazarı bu dönemi sıkıcı bulur. Tek hareket dönemin punk-rock piyasasında görülüyordu -ki bu adamlarda muhafazakar baskı altında pek ortaya çıkamıyordu.

 Amerikalı muhafazakarlar, punk müziğin ortaya çıkışını engellemeye çalıştı.
İşin temelinde bu punk'lar,o muhafazakarların çocuklarıydı.
Fotograftaki grup: Ramones

İşte böyle bir ortamda Warner Bros.'un sahibi olduğu Warner Communication şirketi, American Express ile birlikte bir televizyon kanalı kurmak için bir araya geldi. Açıkçası American Ekspress'in neden böyle bir fantaziye adım attığını bende bilmiyorum.

Kurmak istenilen kanal ise, Movie Channel adında, ücretsiz izlenebilen ve 24 saat film yayınlayan bir kanaldı. Bu çok karlı bir iş değildi çünkü kanal, karasal yayın yapıyordu ve bu çok daha kısıtlı bir izleyiciye ulaşmak demekti.

 Robert Pittman (1984)

Kanalın başına Robert Pittman getirildi. Bu adam iyi bir pazarlama üstadıydı ve zaten az kişinin izlediği bir yayın yaptıklarından, izleyici kitlesinin çok doğru seçilmiş olmasını önemsiyordu. Pazar araştırması yaptırdı. Reklam verenlerin taleplerini de ortaya koydu. Eğer ergenlik çağındaki izleyiciyi kendine bağlarsa, kolaylıkla reklam alabilirdi. Pekala reklam alması zordu çünkü karasal yayının izleyeni çok yoktu.

Bir yılın sonunda Pittman, teklifini yani kanalın yayın şeklinin değişmesi gerektiğini yönetim kuruluna sundu ama durumu karlı görmeyen yatırımcılar öneriyi reddetti. Tabii Pittman projenin üzerine düşmeye devam etti. Warner Communications'ın Başkanı Steve Ross ve American Express'in patronu Jim Robinson ile bir toplantı ayarladı. Pittman, klip, izleyici alışkanlıkları, program planları ve tahmini kazançları ortaya koyan bir sunum yaptı. Sonuç olumluydu. 2 patronda ikna olmuştu.

Warner Communications patronu Steve Ross

 Ekip çalışmalara başladı. En önemli fikirleri, kanalın, büyüyen izleyiciyle birlikte yaşlanmaması ve yeni gelen nesillere ayak uydurmasıydı. Dinamik bir kanal tasarlıyorlardı. Pittman bu temel ilkelerine "Değişim için değişim" diyor. Pittman'ın bir diğer üzerinde durduğu konu ise, bu yeni kanalın 40-50 yaşlarındakiler içinde "onaylanan" bir kanal olmasıydı. Dönemin muhafazakar Amerikalılarından tepki almak istemiyorlardı.

Çalışmalar sonunda Pittman, kanalı 1982 yılına yetiştirmek istiyordu ama istemediği bazı negatif olaylar oldu. Müzik sektörünün dev firmaları, rock müziğin pazarını daraltmayı düşünüyorlardı. Gençlere en kolay izletebilecekleri müzik türüde rock olduğundan, kanalın açılışını '82 yılı bütçeleri daha hazır bile değilken gerçekleştirecekti.

Tabii kanalın yapacağı programlardan, yayınlayacağı kliplere kadar bir çok konu vardı ortada. Bunlardan önce ise daha büyük bir problem, kanalın isminin ne olacağı sorunu vardı. Pittman, kanalın adını TV-1 koymak istiyordu ama isim hakkı başkasındaydı. 2. seçeneğine geçmek zorunda kaldı: MTV! Yani Music Television.

 MTV logosu, 1000 dolar gibi az bir paraya, Manhattan Design firmasına yaptırıldı.

Kanal, 1 Ağustos 1981 tarihinde yayına başladı. Ellerinde 250 kadar klip vardı. Bunların 30'unun Rod Steward klibi olduğu düşünülünce, çokta iç açıcı bir durum söz konusu değildi. Pittman, klipler için müzik şirketleriyle görüşmeler yaptı. PolyGram ve MCA gibi 2 dev firma, bu işi bir saçmalık olarak gördüler ve reddettiler. Diğer firmalarsa "Satışları daha kötüye götüremez!" diyerek sanatçılarının kliplerinin bir kopyasını MTV'ye gönderdi. Burada en kilit nokta ise, Pittman'ın icadı olan, sanatçının ve şarkının adının, klibin girişi ve sonunda yazılıyor olmasıydı. Radyoda böyle bir şey yoktu ve bu büyük bir sorundu, halende öyledir.

Yılın sonunda ise durum tam bir hayal kırıklığıydı. Burada bir başarı hikayesi yazacağım doğru ama biraz daha beklemeniz gerekiyor. MTV, ilk senesinde 50 milyon dolar zarar etti. Tabii kahramanımız Pittman yine boş durmadı. Bir kampanya düzenledi. Kampanyanın adı "I Want My MTV!" idi. Yani "MTV'mi istiyorum". MTV'nin kar etmesi '84 yılını buldu.

 Dire Straits'in Money For Nothing klibinde
MTV logosu kullanılması için özel izin alınmıştı.

Tabii bu kar etme durumu, klipleride biz izleyicilerin dünyasına sokmuş oldu. Artık müzik dünyasına girmeniz için iyi bir şarkıcı olmanız yetmiyor, aynı zamanda ekrana yakışmanızda gerekiyordu. Zaman içerisinde "MTV tipi" diye bir ifade bile ortaya çıktı.

İşte tam işler yoluna girdi diyorduk ki, bu seferde yazının başlarında bahsettiğim o Amerikalı muhafazakarlar ortaya çıktı. Bazı klipleri fazla seks içerikli bulmuşlardı. Tabii sadece bu insanlar değil, ırkçılığa karşı savaşan insanlarda kanala savaş açmışlardı. Çünkü Tina Turner ve Michael Jackson gibi siyahi ünlülerde MTV'ye çıkamıyorlardı. Pittman ise Jackson gibi R&B müzisyenlerinin Country müzisyenlerinden fazla gösterilemeyeceğini açıklamıştı.

Bir süre sonra ise bir dedikodu ortaya çıktı. Dönemin yayınlarını yapan teknik firma CBS -ki tekel firmaydı- siyahi müzisyenlerinde MTV'de olması için ultimatom verdi: Ya Michael Jackson çalarsın yada kliplerine elveda dersin! Dedikodular doğrumu bilinmez Billie Jean yayın akışına eklendi ve tüm rekorları altüst etti.

 Billie Jean'in içerisinde olduğu Thriller albümü,
 tüm zamanların en çok satan albümüdür.

İlerleyen günlerde Afro-Amerikalı müzisyenler öylesine popüler oldularki "Yo!MTV Raps" adında bir program bile yapıldı. Böylece rap müzik, herkesin eğlencesi haline geldi. Bu programı yine bir MTV klasiği, MTV Unplugged serisi devam ettirdi. Bu programda bir çok müzisyene akustik albüm yapması için ilham kaynağı oldu. 1993 yılında 2 kanka, Beavis ve Butt-head ortaya çıktı. Bu adamlar birer efsane!

 Terbiyesiz ikili, çok tutmuştu.

Pittman ise, MTV'nin 511 milyon dolara Viacom'a satılmasıyla kanaldan ayrıldı. MTV ise çoktan dünyanın 1 numaralı kanalı olmuştu.

18 Ekim 2012 Perşembe

Klimt ve Müzik

Sanat bir bütün. Yani heykelden anlamayıp, müzik gurusu olamassınız. Yani bu kadar kesin konuşmasakta olmasanız daha iyi. Uzun süre diğer sanat türlerine uzak kaldım. Bir heykele yada resme baktığımda, bana bir şey ifade etmiyorlardı.

Sonra sanat tarihi öğrendim. Nasıl bakmam gerektiğini bilince, görmeye başladım. Sanatın içine bolca girince, garipte bir ruh haline bürünüyorum. Son dönemde tanıştığım Murakami'de beni dibe vurduran adam oldu.

Resimde ise, Klimt fazlaca meşgul etti beni. Bahar renklerini kullanışı ve aşkı işleme stili çok özgündü. Ressamların, müzikle olan ilişkisini incelerken Klimt'in bir eserine rastladım. Tahmin edersiniz, adı Müzik.


Kompozisyonda alışılmadık bir duruş var. Resmin ortasında, Klimt'in kızlarından biri değilde bir müzik aletini görüyoruz. 2 tarafta heykeller mevcut. Arka planda gece renkleri ve belli belirsiz yıldızlar var. Buna rağmen arka taraf gecenin karanlığını taşıyor ve altın sarısı enstrumanlarımızı bize çok güzel sunuyor. Tabii soyutlanmış başka cisimlerde ortaya bir karmaşa çıkarıyor ama bilinçli bir karmaşa. Kızımız ise, her zamanki gibi saflığın ve doğallığın en romantik haliyle duruyor.

Biz resme bakarken değil ama Klimt ne dinliyordu diye düşünmedim değil. Bir albüm buldum. Klimt'in döneminin sanatçılarının parçaları var içerisinde. Klimt tabii ki Mahler ve Strauss gibi isimlerden beslenmiş.


Tabii kesin bir bilgiyede sahip değiliz Klimt ne dinliyormuş diye. Yine de dinlenilen şeyle resmedilen şeyler çokta farklı değil. Warhol'a bakın, birde dönemin İngiltere'sine. Yaşam tarzı değiştikçe sesler ve görünenler çok değişiyor. Hissedilenler temelinde aynı ama hikayeler değişiyor. İnsanlarda ise hep bir geçmişe duyulan özlem hakim. Herkese biraz nostalji iyi gelir diye düşünüyorum.

11 Ekim 2012 Perşembe

Fan Yapımı Metallica Klipleri

Fan yapımı bir çok klip dönüyor Youtube'da ama ben size içerisinde anime olmayanlardan bir tabak sunuyorum. Neden bilmiyorum, insanlar bayılıyor şu anime kliplerine, bense nefret ediyorum. Klip çekiceksen ya adam gibi çek yada başka bilindik şeylerden montaj yap. İzlediğim şey anime olmasın yani, gerçek insan görmek istiyorum.

Tabii çok klip olduğundan ben sadece Metallica için olanları derledim. Zaten bir sürü klipsiz şahane parçası var bu grubun ve hayranlarıda gerçekten çabalamış. "Bunu neden single yapmamışlar?" dediğim bir çok şarkıya kendi evlerinde klip uydurmuşlar, fena da olmamış. Bazılarını paylaşmak boynumuzun borcu.


İlk klip Whiplash şarkısı için geliyor. Klip sadece Lego abilerin hareketlerinden oluşuyor. Stop-Motion olayı anlayacağınız. Fanlar klibi çok beğenmiş, altına binbir yorum atmışlar. Bende katılıyorum, komik ve güzel bir video. Lego Cliff muhabbetine girenler olmuş, "ben bu konserdeydim adamım" yazanlar olmuş. Youtube yorumlarını okumakta ayrı bir keyif zaten.


İkinci klibimiz, Dyers Eve şarkısına ait. Klip tam bir rock müzik klibi olduğu gibi, dramatik oyunculukta klibi değerli kılıyor. Bu klibi bulmam çok enteresan oldu. Ben bu yazıyı yazarken sadece 77 kez izlenmişti. Benim buraya koymamın nedeni ise verdikleri emek. Karanlık sahneler içinizi bayabilir ama, en klip tadında olan yapım buydu.


Üçüncü klip Devil's Dance şarkısı için hazırlanmış. Bu şarkı Reload albümünün potansiyel single'larından biriydi ama hiç klibi olmadı. Bir fanda Wishmaster filminden sahneleri editleyerek bir klip hazırlamış. Küçükken bu filmden nasılda korkardım. Şimdi izledimde, Muppet Show gibi geldi. Filmlerden hazırlanan klipler bana basite kaçmak gibi geliyorsa da, şarkı ve klibin görseli çok uyumlu olduğundan buraya koyarken fazla düşünmedim.


Neden anlamış değilim, Sanitarium (Welcome Home) şarkısı için yapılmış fanmade klibi grubun bu tarzda kliplerinin arasında en çok tık alanıydı. Bu yazıyı yazarken 24 milyonu çoktan geçmişti. Bu klibi de koydum çünkü belki benim göremediğim bir şeyler vardır ve siz bir şeyler bulursunuz dedim. Bir ihtimalde, göremediğimiz şeylerin olması. Mesela şarkı çok güzel diye olabilir tabii.


Son klipten yenilerden bir parçaya Unforgiven III şarkısına çekilmiş. İlk ikisinin klibi vardı. İlki güzeldi, ikincisi bildiğimiz rock müzik klibiydi. Bu klip ise, konser görüntüleri üzerine işlenmiş film sahnelerinden oluşuyor. Yapan arkadaş çok titiz davranmamış gibi görünüyor, Titanic gibi filmlerden sahneler koymuş. Metallica ruhuna ne kadar ters. Bir Wishmaster aklına gelmemiş vatandaşın. Belki 12 yaşındadır ve yeni keşfediyordur grubu.



Bir çok fan yapımı Metallica klibi var. Ben sadece gözüme ilişenleri, bir kalitenin üzerinde olanları sizinle paylaştım. Kabul ediyorum, Mtv klibi tadında değiller ama samimiyet var. Sevdikleri grup için heves etmişler ve çaba harcamışlar. Ben böyle işleri seviyorum, taktir ediyorum. Bir yandan da bu güzel şarkıları tekrar hatırlamak güzeldi. Kirk solosunu atarken bende bu yazıyı yazıyordum. Umarım tekrar ülkemize gelirler.

Taşınabilir Müzik Devrimi

Dünyayı değiştiren icatlardandır heralde taşınabilir müzik cihazları. Bunları derken Walkman, iPod gibilerden bahsediyorum. Uzun yollarda, koşu bandında, sınıfta, sıkıcı derslerde süper bir çözüm oluyor bu aletler. Mp3 çalarlar da öyle. Gürültü kirliliği ise hiç olmuyor. Bu eski hip hop sever vatandaşların yaptığı gibi, omzumuza koca bir kasetçalar alıp herkese dinlettirmiyoruz müziğimizi.

Bu yazının konusu ise, bu cihazların nasıl bulunduğu, kim tarafından geliştirildiği hikayesi. Hikaye çok eskilere gitmiyor. Zaten biz 90'larda çocuk olanlar, kalem pille çalışan koca koca, tuğla kadar walkman'lerden haberdarız. Bu yazının başlangıcı ise 70'lerin sonu. Yani her şeyin, başlangıcına gidiyoruz.

Walkman olmasaydı, sıkıntı büyüktü. Düşünsenize herkes Justin Bieber dinliyor.

Mitsuro Ida adındaki Sony mühendisi, Japon olduğunu söylememe gerek yok, taşınabilir bir kayıt cihazı yapmak istiyordu. Böylece basın mensupları için çok rahatlık olucaktı ve yüksek satış grafiği bekliyorlardı. Gerçektende öyle oldu, 13cm'ye 9cm büyüklüğünde incecik bir kutu şeklinde olan ilk kayıt cihazı Pressman, yoğun talep çekti.

 1978, Pressman

Pressman, şahaneydi ama mono çalışıyordu. Gazeteciler ise bunun stereo olanını istemeye başladılar. Özellikle de radyo gazetecileri, radyoda yayınlayacakları için iyi bir ses kalitesine ihtiyaç duyuyorlardı. Sony'de bunun üzerine, aynı boyutlarda ama daha teknolojik bir iş çıkarmaya çalıştı. Stereo olması için 2 hoparlör koymaları gerekiyordu ama bu seferde kayıt yapan parçası kasaya sığmıyordu. Bu ilk deneme başarısızlıkla sonuçlandı. 

Mitsuro Ido, bu başarısızlık için çokta üzülmedi. Aslında bu prototipi sakladı ve kaset takarak denemeye başladı. Bu sırada ekibindeki diğer mühendisler, yeni cihaz için çalışmaya başlamışlardı. Ido'nun büyük şaşkınlığı ise, ses kalitesinin beklentinin çok üzerinde iyi olmasıydı. 

Bir gün Masaru Ibuka, ortalıkta amaçsız gezinip olan biteni inceliyordu. Kendisi Akio Morito ile şirketi kuran kişiydi, yani Sony onundu. Pekala zaman içersinde şirket faaliyetlerindeki etkisi azaldı ve onursal başkan olarak görevine devam etti. Tabii can sıkıntısı heralde, Pressman cihazı üzerinde çalışan mühendisleri takip ediyordu. O başarısız ilk denemeyi aldı ve müziği açtı ve şöyle dedi "Bu harika küçük kasetçaları nereden buldunuz? Sesi çok güzel geliyor".

 Masaru Ibuka ve Akio Morito

Ibuka, şirketin her yerini biliyordu. Başka bir yapılan ploje aklına geldi. Yoshiyuki Kamon isimli mühendisin yaptığı, taşınabilir hoparlör seti. Böylece bizler Voltron'a ulaşacaktık. Ibuka, bu iki cihazın, yani pressman ise bu hoparlörün birleştirilmesini önerdi. Kulaklık daha az güçle çalışacağından pil daha uzun süre dayanacaktı ve sesi daha kaliteli olacaktı. 

Lakin mühendisler bu işe pek katılmadı. Kayıt yapamayan bir pressman ne işe yarardı ki?! Daha öncekilerin yaptığının daha azını yapan bir cihazı neden piyasaya sürmek istesinlerki diye düşünüyorlardı. Ibuka ortağı Morito'nun yanına gitti, cihazı gösterdi. Morito'da ihtiyarlar dostuyla aynı fikirdeydi. 

Firma, hemen işe koyuldu. Her ne kadar çoğu çalışanları bu işin bir fiyasko olacağını düşünüyorsa da, pazarlama departmanı buna çok karşı çıkıyorsa da, patronlarına bir şey diyemediler. 1979 yılında walkman, Amerika'da Soundabout, İngiltere'de ise Stowaway ismiyle piyasaya sürüldü. 

Taşınabilir müziğin anası, Soundabout.

Hoparlör varken neden insanlar kulaklık kullanmak istesinler ki? Kimsenin kafası bunu almıyordu. Zaten her şeyde buna karşı çıkanların istediği gibi gitti. Kasetçalarlar hala çok satılırken, bizim Soundabout, raflarda çürüyordu. Pazarlamacılar haklıydı galiba. 

Derken, beyaz yakalı şehir çocukları bu aleti keşfetti. İşe giderken, sabah sporu yaparken müzik dinlemek çok keyifliydi. İlk 30 binlik üretim anında bitti, Sony ürün yetiştiremiyordu. Böylece Sony, dünyanı değiştiren bir icat daha yapmış oldu ve biz taşınabilir müzik ile tanıştık.

7 Ekim 2012 Pazar

Kulaklık Alacaklara

Açıkçası son dönemde, özellikle D&R mağazalarında, çok pahalı kulaklıklar görüyoruz. Ben bunlara karşı değilim ama ne kadar özel bir iş çıkardıklarını merak ediyorum. Bir de diğer konu, nasıl bir şeye ihtiyacımız var biliyor muyuz? Nerede kullanıcaz? Hangi özellikleri bizim için ön planda?

Öncelikle kulaklığın tek başına bir şey ifade etmediğini, mp3 çalarımızında güzel olması gerektiğini bilmemiz gerek. Ne kadar profesyönel cihazınız varsa, o kadar iyi ses kalitesi alırsınız. Pekala bir diğer gerçek, mp3 formatı zaten ses dosyalarını ufalta ufalta öyle çöp gibi bırakıyor ki, davulun kick sesleri ve bass'lar yok oluyor. Boyutu azaltmak için pes seslerin hamurunu biraz daha açıyor, yok ediyor. Soyutluyor. Ben burada "profesyönel" derken iPod'ları övdüğümü zannetmeyin. Tamam güzel aletler ama demek istediğim sesi size olduğu gibi veren cihazlardan bahsediyorum. Pekala aramızda pek öyle mesleki işler için mp3 kullanan yoktur sanırım, bu yüzden konuya devam edeyim.

 PowerBeat güzel bir ürün ama birazcık fazla pahalı.

Öncelikle kulaklık da, kulağın içine giren modellerle başlayalım. Üstteki resimde gördüğünüz gibi, bu tip kulaklıkların kulakla temas eden kısmında bir silikon vardır. Bu kulak deliğinizi tamamen tıkar ve dışarıdan gelecek seslerle ilişkinizi keser. Bu tamamen sağlıklı bir durumdur. Şöyle düşünün ototbüste gidiyorsunuz ve otobüs tıklım tıklım. Bu sizin dışarıdan aldığınız 30 desibel gürültü demek. Eğer siz bu gürültünün üstüne bir 50 desibel daha alırsanız duyma bozuklukları başverir. Kulak deliğini tıkayan kulaklık, dışarıdan alacağınız seslerle kulağınızın arasına girerek sizi o 30 desibellik gürültünün çoğundan sizi kurtarır.

İşi şöyle aktarıyım, bir insan 80 desibellik bir gürültü duyarsa duyma bozuklukları yaşar. Bir insan 120 desibeli duyduğu gibi sağır olur. Önemli olan şeylerden biri kulak sağlığımız. Bu yüzden kulaklık seçerken kulağımızı tıkayan yada çevreleyen ürünler kullanmalıyız. Çünkü dışarıdaki sesle kulaklıktan gelen ses birleşince gerçek bir gürültüye dönüşüyor. Dışarıdan gelen ses ne kadar fazlaysa sizde müziği duymak için mp3 çalarınızın sesini o kadar açarsınız ve 80 desibele yaklaşırsınız.

Powerbeat'in yukarıdaki ürünü fena değil. Bu sağlık tarifine uyuyor ama fazla profesyönel bir ürün ve mp3 çalarımızda da bu kadarını bize ileticek bir ses formatı taşımadığımızdan buna gerek yok. Tabii taşıyanı vardır, bilemem.

Bu tip kulaklıklar kulağı tamamen kapatmadığı için sağlıksız.

Şöyle bir durum var, son dönemde retro tasarımlarıyla çokça sevilmiş bir model var. Bende çok beğeniyorum bunları. Bahsettiğim bu fotografta gördüğünüz, yarım daire ile başın üzerinden geçen modeller. Bunların o daireleri tabii ki çok önemli değil, kulaklık çok kulağınızdan fırlayıp gidiyorsa bunlardan alabilirsiniz tabii yada çantanızda bir yer varsa buna ayıracağınız, alınabilinir. Benim demek istediğim fotograftaki gibi kulağı tam kapatamayan düz cihazlar. Dışarıdan gelen ses ve bundan gelen ses birleşip, başınızı ağrıtacaktır. Bu tarz dairesel modellerde, kulağın tamamını içine alan biraz daha iri modeller daha sağlıklı. Evet, belki biraz kaba durabilir ama hem müzik zevkiniz hemde sağlığınız için daha güzel.

Marshall kulaklıklar, hem sağlıklı hem profesyönel hem de vintage tasarımlarıyla çok şık. 

 Kulağın tamamını içine alan model derken, bu fotograftaki Marshall gibilerden bahsediyorumdur. Reklam yaptığım sanılmasın, müzik böyle kulaklıkta dinlenir. Aslında müzik, müzik için inşa edilmiş güzel bir mekanda canlı dinlenir ama imkanlar dahilinde, ruhumuzu bununlada besleyebiliriz.


Spor kulaklıklarıda fena sayılmaz.

Bir diğer modellerde, koşu bandında zaman harcayanlar için üretilen spor modeller. Piyasamızda ne yazıktır, bu modellerden pek fazla yok. Philips'in buna benzer bir modeli var ve 25 TL civarı bir paraya satılıyor. Ben uzun süre kullandım ve çok profesyönel bir iş aramayanlar için gayet ideal. Bunun yanında kulaklık çerçevesinin silikon olduğunu ve kulağı sürtünmeden dolayı yara yapmadığını belirteyim. Burada tek sorun kulağı normalden küçük olanların kulağına oturmuyor bu ürünler. Eğer kulaklarınız ufacıksa bu ürüne bulaşmayın.

Kısaca bazı bilgilerimi ve deneyimlerimi paylaştım. Umarım yararlı olur. Ben böyle konularda biraz ince düşünüyorum. Kıl müşteriyim yada ürün tasarımcısı olmamla ilgili bir mesele sanırım. Tabii her zaman kaliteye bakmıyoruz, cebimizdeki para da önemli. Bir ürünün en iyi olmasına gerek yok, verdiğimiz paranın karşılığını versin yeter isteriz genellikle. En azından ben böyle düşünüyorum. Bu yüzden PowerBeat almayın. 20 ile 60 TL arasındaki kulaklıklar bizlere yeterde artar.

5 Ekim 2012 Cuma

Pearl Jam 20

Cameron Crowe ismi bize pek yabancı gelmemiştir. İşte Pearl Jam 20 belgeselini çeken adam bu yönetmen. Kendisinin Singles dışında, Vanilla Sky ve Elizabethtown gibi güzel filmleri var. Pekala bu belgesel için onu ideal adam yapan, herhalde Singles filmi. Bu filmde Seattle'da yaşayan 90'lar gençliğinin aşk hikayeleri var. Yani tam da grunge müziğin yeşerdiği yerde. Peki neden 20? Yirmi, çünkü grubun 20. yılı ve yola 10 ile başlamışlardı biliyorsunuz. Grubun ilk albümünün adıydı "Ten".

 Singles, vasat bir filmdi ama içersinde rock efsanelerini barındırıyordu.

Zaman Tüneli: The Offspring

Pussy Riot hakkında bir yazı yazınca ve üstüne bir de The Offspring klibi görünce televizyonda, bir Zaman Tüneli yazısı yazmamak olmazdı. The Offspring rock müzikle tanışmamı sağlayan, sevmemi sağlayan benim ilk "en sevdiğim grup"tur. Daha sonra büyüdük değişti favori grubum tabii, grunge ile tanışmam zaten çok uzun sürmedi. Bu yazı ise The Offspring'in kısa bir hikayesi olacak, tabii ki dinleyici gözüyle.

'94 yılında The Offspring. Dexter Holland'ın örgü saçları çok seviliyordu. 

4 Ekim 2012 Perşembe

Punk Müzik Rusya'da Yaşıyor

Punk müzik dediğimizde, şehirli serseriler aklımıza geliyor. Bir kaç akor öğrenip küfürlü şarkı sözleri yazıyor bu adamlar ve bir halk hareketi oluşuyor. Gerçektende 80'lerde böyle bir şey var. Özellikle The Clash'in 80'ler İngiltere'sinin mali bunalımını ve halkın yaşadığı kaosu iyi yansıttığı doğru. Ne zaman bir İngiliz filmi izlesem ve film özelliklede 80'lerde geçiyorsa, The Clash bir yerlerden duyulur.

Daha sonra endüstri, punk müziği biraz değiştirdi ve sokaklardan aldı. Skate-punk gibi acayip türler çıktı ortaya. Neo-Punk'la başlayan -yani Green Day ve The Offspring gibiler- yeni nesil atak, geçmişe çok zarar vermiyordu hatta geçmişten besleniyordu ama günümüzde onu tamamen kaybetmiştik, derken Pussy Riot beni gülümsetti.

Grubun tutuklanan 3 üyesi

3 Ekim 2012 Çarşamba

Maksim Gazinosunda Bir Lady

Aslında Güngör Bayrak ismi sizi çok çekmeyebilir. Lakin kendisinin öyle bir hayat hikayesi var ki gerçekten enteresan. Konya-Çumra'ya bağlı 16 hanelik bir köyde doğan, sonra İstanbul'a gidip şansını deneyen oradan Maksim gazinosuna ve Paris'e kadar uzanan acayip bir hikayesi var Güngör Bayrak'ın. Belki bazılarınız onu Gümüş dizisinden hatırlar. 2 sezon Kıvanç Tatlıtuğ'un annesi rolündeydi. Bizim nesil pek bilmez -ki bende bilmiyordum gazetede hakkında bir kaç yazı okumadıktan önce- zamanının Maksim solistiydi.

 Gümüş dizisi ailesi, Bayrak solda oturan.

23 Eylül 2012 Pazar

Klasik Müzikte Konser Adabı

19. yüzyılın başlarında 2 büyük bestekar Strauss ve Mahler fena bir rekabet halindeydiler. Sadece icra ettikleri işler değil, müziğe bakış açıları  da farklıydı. Biri daha halkçı davranırken bir diğeri klasik müziği daha elit bir kesim için icra etmek istiyordu. Mahler'e göre Strauss kendini kitlelere satıyordu ve şöhret peşinde koşuyordu. Strauss ise Mahler'in Hristiyanlığa geçişine laf atıyordu. Bu yüzdendir, Nietzsche'nin Anti-Christ eserini bile operalaştırdı. Mahler ise kendi bildiğini okuyor, klasik müziğin seyir adabı üzerine çalışmalar yapıyordu...

 Halk adamı Strauss

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Kısa Bir Ara

Askerdeyim yazamıyorum, içim içimi kemirmiyor değil. Bir sürü konu birikti aklımda ama yazamıyorum. Sanmayın buralara soğudum, bu blogu unuttum. Gelince bir sürü konuyla geleceğim inşallah. Bazı aklıma gelenleri yazayım da meraklısının iştahı kabarsın...

Maksim Gazinosunda Bir Lady

Müzikle Tedavi

...ve Sony, Walkman'i icat etti.

I Want My MTV (MTV nasıl kuruldu, nasıl bu güne geldi?)

Carly Rae Jepsen ve Teen-Pop

Eurovision'a kimi yollarız?

Euphoria Analizi

Serdar Ortaç ve Konulu Klip

Masumiyet Müzesi Şarkıları

College Rock Hakkında

Müzik Filmleri: Shine (Rahmaninoff kimdir?)

Rock Söyleyen Popçular

Rashid Taga ve Arap Kemanları

Murakami'nin İmkansızı

Mustafa Ceceli - Es

Müzik Nasıl Başladı?

Umarım başlıklar ilginizi çeker. Gelince askerliğimde aldığım notları ufak ufak sizlere sunacağım. Bir sürü kesilmiş gazetem ve koparılmış ansiklopedi safyam var. Bana bunları hatırlatan küçük not defterim ise hep cebimde. Eylül'ü bekliyorum...

25 Haziran 2012 Pazartesi

Hakim Bey

Kuzey Güney son iki bölümdür sınırları zorluyor. Şarkıyı duyunca, "Bunu Mehmet Erdem dışında başka biri yorumlamasın" diyor insan. Şarkının sözü ve bestesi-tabii ki-  Sezen Aksu'ya ait. Kendisi dahil, Zülfü Livaneli, Levent Yüksel gibi isimler de seslendirmiş. Sezen Aksu versiyonunun hiç hiç hoşuma gitmemesinin yanı sıra Zülfü Livaneli versiyonu ise, gazinoda piyanist şantör eşliğinde söylenen şarkılar gibi.


Sussan olmuyor
Susmazsan olmaz
Dil dursa Hakim Bey tende can durmaz

Finalini bu şarkıyla yaptı Kuzey Güney. Aslında olayın aşırı damardan girişine çok uymadı bu şarkı, biraz hareketli kaldı. Sözlerini de ilişkilendiremedim ben açıkçası. Zaten şarkının bağlamı da siyasiye daha yakın.Ancak başlı başına düşünürse, Kuzey Güney ile patlamasını yaptı, şarkı dizi sayesinde hiç olmadığı kadar parladı. 


Şikayetim var cümle yasaktan
Dillerimi Hakim Bey bağlasan durmaz
Gelsin jandarma polis karakolda
Fikrim firarda mahpusa sığmaz eyvah

Kısacası ben bu Mehmet Erdem'i çok tuttum.  Şu günlerde herkes sosyal medyada paylaşdığından bir Halil Sezai vak'asına dönüşmesinden korkuyorum. Benim şikayetim yok ama bıktıracaklar. Bir şey popüler oldu mu bizim ülkede bıktırana kadar,kabak tadı verene kadar...Tadında bırakma hali yok. 

17 Haziran 2012 Pazar

Bulaşık

Bulaşık yıkamak pek keyifli değil, değil mi? Ben pek sevmem aslında ama elime sular dökülüp her taraf köpük olunca zaman akıp gidiyor, unutuveriyorsunuz her şeyi. İşte bir sürü bulaşık yıkarken -malum askerdeyim- son ses şarkı söylerken arkamda beliren kalabalığı farketmemişim. O sırada Backstreet Boys "Everybody" söylüyordum elimde çatalları yıkarken, pek eğleniyordum tahmin edersiniz. Karakolda kısa dönem pek yok, doğu kökenli tayfa ise beni çok eğlenceli buldu. Her fırsatta bana İngilizce şarkılar söyletiyorlar. Repertuarıma Simply Red'in "Something Got Me Started" ve Ocean's Four & Adam Clay'in "Beautiful Life" şarkısını da ekleyince 10 dakikalık kısa performanslar sergiler oldum. Tabii muhteşem danslarımı bu şovlarıma ekliyorum. Anlayacağınız işi mutfağında öğreniyorum. Tabii Beatles'ın Hamburg'u varsa benim de karakol mutfağım var!

Oynatmaya az kaldı, RDM rules!

16 Haziran 2012 Cumartesi

Patrice

Patrice'i hiç duymuş muydunuz? Kendisi 2000li yıllara damgasını vuran Soulstorm şarkısının sahibi. Ama benim için şu sıralar "Uncried"ı günde bir çok kez dinleme sebebim. Almanya doğumlu Afro-Alman reggae sanatçısı. Ne varsa Afrolarda var zaten. Alman disipliniyle de birleşince ortaya güzel şeyler çıkıyor demek ki. Genetik kodlama önemlidir demişimdir her zaman.


Uzun ismi Patrice Bart- Williams. Hani bazen hem sesi, hem kendisi, hem şarkıları, hem şarkıların anlamları güzel olsun istersiniz ya, Patrice işte öylelerden. Aksanlı İngilizcesini duyduğunuzda ve resmini gördüğünüz bu sevimli sanatçıdan hoşlanacaksınız. Bob Marley, Jimi Hendrix akımının günümüz uyarlaması Patrice, bugünlerde en sevdiklerimden.


13 Haziran 2012 Çarşamba

İçinden Şarkı Geçen Kitaplar

Murakami okurken geldi bu başlık aklıma. Kitapları seviyorsanız, müziğe tutkunsanız, içinden müzik geçen kitapları daha çok seveceksiniz. Çünkü ismi geçen her şarkıda, acaba nasıldır diyip hiç tanımadığınız isimleri keşfederken ve dinlerken bulacaksınız kendinizi. Okuduğunuz kitap özellikle de sevdiğiniz bir yazara aitse, yazarın zevkini görmek, onunla aynı zevke sahip olup olmadığınızı bilme duygusu o şarkıyı dinleme isteğinizi daha da tetikliyor. Haruki Murakami'nin İmkansızın Şarkısı romanını okurken geçen tüm şarkı isimlerini not ettim. Ama esas Araf'tır bu başlığa en hitap edecek olan kitap. Çünkü içinde 5 albüm yaratacak kadar şarkı ismi geçer. Kitabı soundtrack albümüyle satsalar yeridir. 




Benim bu tarzla ilk tanışmam Elif Şafak'ın Araf'ıyla oldu. Kendisinin okuduğum ilk romanı da olmasıyla önemlidir benim için Araf. Şafak, sansasyoneldir, uçtur, marjinaldir, herkese göre değildir, ama ben çok severim. Burada konusu geçen her şahıs, her müzik ve her cümle tartışmaya müsait konulardır elbette ama tartışmaya açık değildir çünkü siyaset tartışılası bir konu değildir şahsımca . Bence her müziği, kitabı, yazarı, şarkıcıyı tartışmak bir siyasettir. Müzik de öyledir, şaşırmayın. Çünkü müzik aslında toplumsal mücadeledir, hiyerarşidir, sınıflaşmadır. Dilin olmadığı yerde ortak dildir aslında müzik. İşte Araf'ta da bambaşka bir ülkeye gitseniz yaşayacağınız o arada kalmışlık hissi, nerede olduğunu, nereye ait olduğunu bilmezlik hissi anlatılmıştır. Müzik ise, bazen ne dendiğini anlamadığınızda bile sizi insanlara,çevrenize,o ana bağlayan bir hissiyat, aidiyet duygusudur. Sahiplenirsiniz şarkıları. Hiç paylaşamadığınız olmadı mı en sevdiğiniz şarkıları? Sadece sizin olmasını dilediğiniz anlar olmadı mı?


Elif Şafak, Araf romanında psikolojik sorunları, bağımlılıkları, her karakteri müzikle ilişkilendiriyor. Gail'in intiharını anlatırken geçen süreyi bile şarkıların süresiyle anlatıyor. "Ömer’in walkman’inde bir şarkı çalıyor. Şarkı üç dakika yirmi saniye ama tekrar tekrar çalınırsa sonsuza kadar sürebilir. Gail’in düşüşü sadece 2,7 saniye sürüyor."


"Tekrar içmeye başladım, on dört ay yirmi üç günlük mutlak ayıklığın ardından, (14 ay 23 gün = 448 gün = 10752 saat = 645120 dakika = 38707200 saniye = 223946,96 kere Nick Cave'den "As i sat sadly by her side")


Veya, "İlk fazladan kahve talebiyle ikincisi arasında dört dakika on saniye geçmiş olmalıydı çünkü Stone Roses'ın Made of Stone'u tam tamına o kadar sürüyordu." 


İşte Araf böyle geçer. Zamanı müzikle saymak, ne kadar ilginç. Elif Şafak'tan başka kimin aklına gelir...


Benim yazım ise, tam tamına, 41 dakika, 2460 saniye,  13,5634 kere Iggy Pop'tan Gimme Danger kadar sürdü. 


Iggy Pop









3 Haziran 2012 Pazar

Çıkmaz Sokak

Son zamanlarda duyduğum en yumuşak parça. Ne kadar da hoşuma gitti Burcu Güneş ve Eflatun'un birlikte söylediği Çıkmaz Sokak parçası.


Burcu Güneş'i bizzat İletişim Fakültesi'nin  mezuniyetinde dinlemiştim. "Çile Bülbülüm" şarkısında 5 dakika boyunca "çileeee" diyebilecek kadar güçlü bir sesi var kendisinin, gözlerimle kulaklarımla buna bir kaç yıl önce şahit olmuştum. Sonrasında geçen yıl son derece şık bir mekanda İstanbul'da yan masamda gördüm Burcu Güneş'i. Televizyonda gördüğümüzden pek farkı yok. 


Baktığımız açıya göre elbette değişir ama en az Sertab Erenerle yarışabilecek kadar kuvvetli bir sesi olduğunu düşünsem de çok popüler,sansasyonel bir isim olamadı Burcu Güneş. Dans yarışmasına katıldı o da yetmedi onu bizim için daha ileri taşımaya. Bir türlü big bang'i yapamadı. İlk haline göre epey ilerleme kaydetmiş olsa da nedense hedef kitlesi bakımından sınıfta kalıyor ve herhangi bir popçu olmaktan ileriye gidemiyor. Eflatun'a gelince,onu hiç bilmezdim taa ki bu şarkıyı birlikte seslendirdiklerinde ismini duyana dek. Ses tonlarının, tınılarının, yumuşaklığının beraberinde getirdiği uyum çok hoşuma gitti şarkıda. Burcu Güneş gibi iddialı bir sese daha uyumlu bir ses düşünemezdim. Son derece huzur verici, dinlendirici.Pamuk gibi denir ya, işte aynen öyle Eflatun.

Ne karanlık odalardan 
Ne masallardaki cadılardan korktum

Sensizlikten korktuğum kadar

Ne çıkmaz sokaklar gördüm
Ne diyarlar gezdim durdum
Kaybolmadım sendeki kadar
İnan ki kaybolmadım sendeki kadar

Burcu Güneş ile düet yaptıkları Çıkmaz Sokak şarkısı şu günlerde en çok dinlenenler arasında. Söz de müzik de Eflatun'a ait. Bence Eflatun şu an için güzel bir kazanım olabilir ve ileriki zamanlarda daha çok görmek ve dinlemek isteyebiliriz kendisini. 

26 Mayıs 2012 Cumartesi

2012 Eurovision'un Ardından

"Can Bonomo 7. olur" dedi, oldu. Tardu'nun hislerine saygım sonsuz, yine içgüdüleri onu doğru yönlendirmiş olacak ki aylar önceden yaptığı tahmini tutturdu. Ankette oy kullananların %66'sı ilk üç demiş, %59'u ise7 ve üstü demiş. Böylelikle verilen cevaplar da çok ütopik sonuçlanmamış oldu. Bonomo şu güne kadar gördüğümüzden, sahnelediğinden fazlasını sahnelemedi final performansında da kanımca. Değişik bir şey izlemedik. Ancak pozitif enerjisi ve sempatikliğiyle Türk halkının gönlünde taht kurmuştur diye düşünüyorum. Bundan bir kaç ay öncesine kadar çoğumuz adını bile bilmezken, Eurovision onun için iyi bir PR çalışması da oldu. İyi yanından bakmak gerek.  Twitter bugün trend topic'lerinde Can Bonomo patlaması yaşıyor. 1. olmayacağını biliyorduk, azcık makul da olmak gerek elbette ama Bonomo beni Sertab Erener'den sonra nedenini bilmediğim bir şekilde heyecanladıran ikinci isim oldu.


Türk milleti gizli milliyetçidir, her bayramda seyranda, her maçta, her yarışmada ortaya çıkar bu gizli kimliğimiz. Öyle ki "rimi rimi rey" gibi rezalet bir şarkıyla katıldığımız senede bile, şarkıcımız sahneye çıktığında , kalbimin pıt pıt atmasına engel olamamıştım. Sazıma sözüme hayranım, ne olursa olsun ülkemi, dilimi seviyorum. Avrupadaki sosyal ortamlarda bana pek bir kazancı olmadı şu güne kadar ama böyle durumlarda çok gaz olmaktan kendimi alamam. Avrupalıların bizim kadar bile önemsediğini düşünmüyorum şu şarkı yarışmasını. İngiltere'nin bitmek bilmeyen sonunculuklarından anlamak gerek bunu. Bir Blue bile kurtaramadı onları.


Bu yıl komşu ülkemiz güzel Azerbaycan'da Bakü'nün ev sahipliğiyle gerçekleştirilen 57. Eurovision Şarkı Yarışmasının 2012 yılı birincisi ise İsveç'ten Euphoria şarkısı ile Loreen. Şarkılar yerine yine ülkeler yarıştı ama 1. olan tartışmasız alıyor puanları Eurovision'da. Birincilikte siyaset dönmüyor. Nitekim 2003 yılında Sertab 1. olduğunda da durum böyleydi. Birinci olurken iyi de, 7. olurken mi siyaset oluyor. Oyunu kim kazanıyor dersek, iyi olan kazanıyor.


Gelelim Loreen'e. Saçları girmiş gözüne gözüne, bilemedim ben. Ben Loreen'i de, şarkısını da dinlediğim ilk anda çok beğenmedim şahsen ama ne güzeldir zevklerin ve renklerin tartışılmaması. Belki yarın objektif bir kafayla dinlediğimde severim. Elbette ki çok beğenenler olacaktır. Beğenenlere ayıp olmasın. Şu güne kadar milliyetçi damarımı bırakıp kimi sevdiğimi sorarsanız şüphesiz 2009 yılı birincisi sempatik Alexander Rybak derdim. Çok tatlı şarkıydı Fairytale ve sonuna kadar hakederek kazandığını düşünmüştüm. Zaten şuana kadar alınan en yüksek puanı almıştı Rybak. Ancak Loreen, Alexander Rybak'ın bile rekorunu kırarak Eurovision tarihinin en yüksek puanıyla (372) birinciliği haketti.

Lorine Zineb Noka Talhaoui

Alexander Igoryevich Rybak 

Gecenin benim için sürprizi ise L'Amore é Femmina (Out of Love) şarkısı ile İtalya'yı temsil eden Nina Zilli'nin katıldığını görmek oldu. Kendisini çok çok severim lakin şarkısı çok güçlü değildi. Buna rağmen İtalya da 9. oldu.

Nina Zilli, Eurovision 2012

Her yıl ailecek heyecanla beklediğimiz, komşunun komşuya oy verdiği yarışmadır Eurovision. Küstüm tüm yabancı arkadaşlarıma, haberleri yok. O kadar Avrupalara açıldık, iyi kötü bir network yaptık, bize yine oy yok, yine yok. En nihayetinde benim iyisiyle kötüyüsüyle tüm desteğim kendi ülkeme tabii ki. Diğerlerine ise diyebileceğim "Benim sana puanım .... kanka." Fill in the blanks, anladınız.

PS: Her şeyi anladım, İsveç'in birinciliğini bile kabullendim ancak ve ancak şu Rusya'nın 70 yaş üstü köylü  nineler dalgasına bir türlü anlam veremedim. Neden bu kadar beğenildiklerine ise hiç mi hiç anlam veremedim. Sorun onlarda değil bende herhalde. Tiyzeler 2. oldu yahu...


22 Mayıs 2012 Salı

Büyükada'da Nostalji

Bu haftasonu Büyükada'daydım. Sakin ve huzurlu. Avrupa yakasına 1.5, Anadolu yakasına ise yarım saat uzaklıkta. İster vapur, ister deniz otobüsü, ister motor kullanın ama muhakkak gidin oraya eşinizle, dostunuzla,sevdiğinizle. Ben ilk defa gittim, çok beğendim. İstanbul'un curcunasından, kalabalığından,park yeri sıkıntısından, tozundan bunalan İstanbullu için tam bir kaçış merkezi. Aslında ne kadar yakınsınızdır İstanbul'a, ama o kadar uzak hissedersiniz kendinizi. Ne dışındasınızdır ne de içinde. Oldum olası adaları sevmişimdir. Kaçsan kaçılmaz gibi gelir bana, ne de olsa dört tarafın deniz.


Ada'da motorlu araç yok. Olmasına gerek de yok. Adına aldanmayın, "büyük"ada aslında oldukça küçük. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyorsunuz. Her yerde bisiklet kiralayan küçük dükkanlar var. Bir de faytonlar...Faytonlar için ne kadar nostaljik diye düşünseniz de , yürüyenler ve bisikletliler için oldukça tehlike yaratıyorlar. Belki asgari sayıda olsa sempatik olabilirmiş ancak bir at çiftliği oluşturacak sayıda olunca ve insanların hayatına tehlike yaratacak şekilde sürülünce pek de hoş olmuyor. Ayrıca insan daha nezih olmalarını bekliyor. İlla bu kültür yaşatılacaksa da, hadi fayton sayısı yine azami ölçüde olsun, bari kılık kıyafetleri düzgün olsaymış faytoncuların. İnsanı Büyükada'da hissettirselermiş, ghettoda değil. İnsanı eskiye götüren, daha nostaljik, nezih giysiler giyselermiş. Son derece paspal, pis bir görüntü var etrafta. Fayton fiyatlarının fahişliği de ortada. Kültürü, geçmişi ticarileştirdin mi hoşuma gitmiyor.


Büyükada'yı her şeye rağmen çok sevdim bu bir kaç sorun haricinde. Kendimi yeşilçam filmlerinde gibi hissettim. Eski 45'likler çaldı durdu zihnimde. Fonda Tülay'dan İlk Aşk, Yeliz'den Hoşgeldin Bahar veya Yeşim'den Aşk Alfabesi...Ayferi'den Yalan Dünya sonra Füsun Önal'dan Oh Olsun. Diğer yandan Ayten Alpman söylüyor, "Sevince Her Şey Başka"...Tarık Akan ve Filiz Akın çıkıyor, "Tatlı Dillim"...

Ada sizi çok eskilere götürüyor. Bu küçük Yeşilçam vari adaya yolunuz düşerse, keyifli günler geçirin. Çünkü şehre geri döndüğünüzde devamlı olarak sorumluluk yükleyen bir hayat sizi bekliyor.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...