Sayfalar

30 Mart 2012 Cuma

MDNA

Madonna'nın 20. albümü MDNA raflarda yerini aldı. Daha doğrusu raf değil de kendine ait bir standı var albümün ve ülkemizde 20 TL gibi uygun bir fiyata satılıyor. Pekala yerli albümler 15 TL'yi görmüşken Madonna için verebileceğimiz bir rakam.

Beni heyecanlandıran ise William Orbit'in bu albüm için tekrar dünyaya geri dönüş yapması. Orbit, daha önceden Frozen, Power of Goodbye gibi parçaların olduğu Ray of Light albümü için Madonna'ya prodüktörlük yapmıştı.

Give Me All Your Luvin' single kapağında Megan Fox benzeri bir Madonna var.

29 Mart 2012 Perşembe

Klavsen ve Piano

Pianoyu hepimiz biliriz. İtalyancada yavaş anlamına gelir. İşin acayip tarafı icadı için 1700'lü yılları beklememiz gerekti. Halbuki hep vardı gibi değil mi? Müzik kadar eski sanki piano. Ancak öyle değil. Pianonun öncesinde onun yapımına ilham veren klavsen adlı bir çalgı var. Görüntü olarak pianonun aynısı gibi dursa da, ton olarak pek yakın sayılmaz.

 Klavsen

Resimden gördüğünüz üzere, dış görünüş olarak pek farklı değil pianodan. Pekala Barok döneminde çok ön planda olan bir çalgı ama gerçekten ses olarak etkileyicilikten uzak. Lakin bir virtüözün yapabileceklerini düşününce, piano henüz yokken ellerindeki tek çare bu.

Hatta pianonun icadına kadar olan eserlerin çoğunun orjinalinde piano yok, daha sonradan eklenmiş veya bu şekilde baştan düzenlenmiş. Hatta Haydn ve Mozart'ın ilk dönem eserleri hep bu enstruman üzerinden gitmiş.

Sene 1700'lere geldiğinde ise İtalyan Bartolommeo Cristofori, Floransada icadediyor. Pekala çalışma prensipleri biraz farklıdır pianonun. Klavsen, telleri çekerek ses çıkarır. Pianoda ise çekiçler tellere vurur ve bir ses ortaya çıkar. Bu yüzden piano çalan için tuşlu bir çalgı olmakla beraber, prensip olarak vurmalı bir çalgıdır.

 Avustralyalı pianist David Helfgott, çocukluk yıllarında...

Peki çalışma prensibinin değişimi ne gibi bir katkı yaptı da, bu enstruman bu kadar öne çıktı? Öncelikle şunu bilmek gerek, pianonun sesi daha tok ve uzayabilecek türden bir çalgı. Klavsen, sesleri uzatmaz, tutar ve yeterli tonu size vermez. Bunun yanında Pianoda tuşe olayı daha güzel. Tuşe, tuşlara basma stresinize göre çıkan sesin değişimidir. Bu pianoda daha belirgin. Sert vurursanız daha agresif sesler çıkarabilirsiniz. Bu klavsende daha az. Birde üstte göremediğiniz ama esasen pianodan bildiğiniz pedallar bu enstrumanda yok.

Beethoven gibi üstadlar, kendi düşüncelerinide söyleyerek, enstrumanın gelişmeni sağlamışlar. Klasik müziğin zirve yılları da zaten 1700'lü yıllarla başlıyor ve 1900'lü yılında bu işin endüstrileşmesiyle geriye çekiliyor. İşte bu 200 yılda yaşayan en büyük üstadlar, fikirleriyle ve istekleriyle bu enstrumanın en olgun haline erişmesini sağlıyor.

Biz genelde, sevdiğimiz sanatçılardan etkileniriz ve onun şarkıları hangi enstrumanla çalınıyorsa ona yöneliriz. Bu genellikle gitar oldur. Lakin bu adamlar pianoyu bir yerde görüp de etkilenmemişler. Bir enstruman icat olmuş ve bir sürü besteci o enstrumanı en üst seviyeye taşımak için emek vermiş. İşte böyle özel bir çalgıdır piano...

27 Mart 2012 Salı

Fanzinler

90'larda biten bir sosyal paylaşım ürünü var: Fanzinler. Çoğu kimse hatırlamaz ya da bilmez, fanzinler bir konuyu hobi edinmiş kimselerin, kendi çabalarıyla çıkardığı, fotokopi ile çoğaltıp dağıttığı dergiler. Genellikle bir kaç sayfadan oluşur ve hazırlayanlar belli yerlere bırakırlar bu dergileri. Mesela metal müzik hakkındaysa bir kaset dükkanına, ya da karikatürse bir kafenin kasasına, tuvaletine.


İşte bir altkültür öğesi olan fanzinler, internetin de yokluğunda camianın vaziyetten haberdar olmasını sağlıyordu. Politik içerikli olanlar da vardı. Ben genellikle müzikle ilgili olanları alırdım. Annem karikatürlere takılırdı. O dönemler metalci furyası vardı ya, bir sürü amatör metal grubu peydah olmuştu. Bu yoğunluk tabii fanzinlere de yansımıştı. Sonra internet derken, MSN derken bitiverdi bu el emeği göz nuru fanzinler.

Geçen sene bir fanzin sergisi yapıldı. Gitmeyi çok istedim ama kısmet olmadı. Belki yine yaparlar. Eski günleri hatırlarım. Analog günlerin, son dönemlerini...

26 Mart 2012 Pazartesi

İlk Gerçek Müzik Filmimiz

Müzik hakkında filmleri araştırıyordum. Hani Eminem'in çektiği 8mm tarzı filmler. Amerikan filmlerinde genel yapı bellidir. Dikkat edin, çoğu Hollywood filminde bir şarkı vardır ve esas karakter o şarkıyı yazana kadar bir sürü aşk meşk hikayesi atlatır, filmin sonunda o şarkıyı tamamlar ve şöhret olur. Yani hikaye ile şarkının oluşumunu eş zamanlı izleriz. Bu bir çok filmde böyle.

Türk yapımlarına baktığımızda, bizim esas karakterler zaten müzisyendir. Yani İbrahim Tatlıses oynar, bir türkü patlatır filmin ortasında. Klip tadındadır ama film müzikal gibi de duruyor. Enteresan bir milletiz işte, nasıl açıklarım bilemedim.


Gerçek oyuncularla çektiğimiz ve müzik sektörünü konu alan en iyi film ise kuşkusuz: Muhsin Bey. 1987 yapımı filmde Şener Şen ve Uğur Yücel birlikte oynuyor.

 İşte bu filmde, Uğur Yücel genç yetenek, Şener Şen ise onun elinden tutup adam etmeye çalışan bir yapımcı. Lakin bu çocuğun bir sorunu var, ülkede inanılmaz bir arabesk furyası yürüyor. Çocuk doğru okusun, düzgün iş yapsın diye koçluğunu yapan Şener Şen yani Muhsin Bey, bir sürü belanın içine giriyor.


İşte bu Yavuz Turgul filminde, hem dönemin yozlaşmasını hem de dönemin yaşam biçimi ve trendlerini görüyoruz. Bunu da aslında basit ama kişiler üzerinden bakınca derin bir hikaye ile bize sunuyor.

5 adet Altın Portakal alan bu güzel filmi arada sırada TRT'de görüyorduk. Malum 5-6 sene öncesine kadar öğlenleri bol bol Türk filmi gösterirdi kanallar. Ben çocukken ise Prime Time'da izlerdik Şaban filmlerini. Star TV ise bol bol Bizim Aile ve Hababam Sınıfı yayınlardı. Hatta Star TV'de çalışan biri Saba Tümer'in konuğu olmuştu, kadın "Neden bu kadar çok Hababam Sınıfı yayınlıyorsunuz?" diye sormuştu da, adam "Hala inanılmaz rating alıyor..." demişti.

Demek istediğim, Muhsin Bey Türk sinemasının en iyi müzik filmi. Meraklısı bir şekilde bulsun izlesin,pişman olmayacak...

25 Mart 2012 Pazar

Ritmo Latino

Günümüz temsilcilerinin Shakira, Ricky Martin, Marc Anthony, J.Lo, Julio Iglesias oğlu Enrique Iglesias gibi ünlü isimler olmasına rağmen, Latin müziğin kölelikten doğması ne gariptir. İşin içine girip araştırmaya başlayınca Latin müzik kökenleri, Amerika'nın keşfedilmesi esnasında Afrikalı kölelerin Latin Amerika'ya gitmesine kadar uzanır. Latin müziğin doğal olarak Afrika'dan çokça etkilenmesi durumu söz konusudur. O yüzdendir ki müzisyen ve aynı zamanda Latin müzik tarihçisi olan yazar Enrique Meastre, Latin müziklerini  Afro-Karayib (Afro-Cuban) olarak tanımlar ve bu müziğin köklerinin kölelikten, sosyal koşullardan, açlıktan, öfkeden, karmaşadan etkilendiğini belirtir. 

 Afrikalı köle rolünün bir numaralı adamı, Djimon Hounsou. 
(Amistad, Gladiator, Blood Diamond)

Bu kadar insanın içini kıpır kıpır eden, yerinde durdurmayan, “oynak” diye tabir edebileceğimiz bir müziğin geçmişinin bu kadar yoksunluklardan beslenmesi çok garip. Sözlerini anlamamanın etkisi de büyük olsa gerek. Belki o enerjik ritmlerin çoğunun sözleri yalnızca birer “hayat kırıklığı”dır, o yüzden ben kendimi yalnızca müziğin ritmine bırakıyorum ve anlamlarını düşünmeyi reddediyorum.


Yazının başlığı olan “Ritmo Latino” ise Türkiye’nin ilk 24 saat boyunca Latin müziği yapan radyo kanalıdır(kanalıydı). Ancak Türkiye’de ne yazık ki bu konsept çok uzun soluklu olamadı. Şimdilerde ise benim sevgili Ritmo Latino’m Uzan Grubu’nun bünyesinde olup kendini Kraltürk frekansının kollarına bırakmış durumda. 

Bu müzik türü de aynı diğerleri gibi uçsuz bucaksız bir kuyu. Pop'tan Rock'a, Sambaya, Salsa'ya, Flamenko'ya, Bosso Nova'ya kadar uzanıyor ucu. Sevilen, dinlenilen çok isim var ancak bunların hepsine değinebilmek çok zor. Ben de o yüzden aklıma gelen ilk 3 isimden söz etmek istiyorum.

Carlos Augusto Alves Santana. Sahip olduğu 10 Grammy, 3 Latin Grammy’si ve Rolling Stone tarafından  “Tüm Zamanların En İyi 100 Gitaristi” ünvanına layık bulunan, Santana grubunun kurucusu, günümüzdeki bilinen adıyla Meksikalı gitarist-müzisyen Santana. Kendisine şarkıcı diyemem, haksızlık olur. Benim için Latin müzik trendinin bir nevi babası sayılır.  1999 yılında çıkardığı Supernatural albümü Grammy’ye doymuş olup Billboard listesinde zirvesini yaparak aylarca listeden inmemiştir. Rob Thomas ile söylediği Smooth (‘Hot’ kavramını zorlayan bir de klibi vardır.) ve The Product G&B ile söylediği “Maria Maria albümün unutulmayan hitleridir.

Carlos Santana & Rob Thomas - Smooth

2010 yılında çıkardığı “Guitar Heaven - Greatest Guitar Classics of All Time” albümüyle, solosunun yanında güçlü vokalleri de kullanarak şahsıma göre pek de yaratıcılık barındırmayan bir hareket yaparak zaten var olan şarkıları yeniden icra ederek piyasaya sürmüştür.Ancak kötü mü, tabii ki değil. 


Bir diğeri, Los Paraguayos. Ne yazık ki herkes tarafından çok da bilinmeyen(bilinen ama bilinmeyen) 50’li yıllardan bu yana müzik yapan, şarkılarında Güney Amerika ve Meksika ezgilerini  oldukça duyabileceğiniz geleneksel bir Pop Latino grubudur.  İspanyolca anlamı“Paraguaylılar” olması dolayısıyla,  Paraguaylı müzisyenlerden oluştuğunu anlamak zor değildir.  Latin müziğini sevip de Malaguena, El Condor Pasa,  Besame Mucho, La Bamba gibi klasik şarkıları bilmeyen az sayıda kişi vardır tahminimce. İşte bu grup, kendi bestelerinin yanı sıra tüm bu şarkıları da seslendirir. Ama bu şarkılar o kadar ünlüdür ki, kendi bestelerini gölgede bırakmaktadır. Günümüzde, Almanya’nın Hamburg şehrini kendilerine merkez olarak mesken edinmişlerdir.

Adeta Sadri Alışık ve saz arkadaşları gibiler. 

Son olarak da efsanevi Buena Vista Social Club’tan bahsetmez isem tüm bu kültüre ayıp etmiş olurum. Buena Vista, 40’lı yıllarda Küba’da ünlü olmuş lokal bir dans ve müzik klübüdür esasen.  Hatta bir dernek bile dememiz oldukça mümkün. Ne yazık ki Ibrahim Ferrer, Compay Segundo, Ruben Gonzalez'in de dahil olduğu çoğu artık hayatta değiller ama yarattıkları efsane ve şarkıları hala bizimle.  Sağ kalanlarının hepsine uzun ömürler diliyoruz elbette. 


Bundan çok yıllar sonra, 1999'da, bu “sevimli dedeler”in hikayesi Wim Wenders tarafından belgesel nitelikli bir film olarak çekilecektir. Gitarist ve aynı zamanda filmin prodüktörlüğünü de yapmış olan Ry Cooder, vokal Ibrahim Ferrer, vokal gitarist Compay Segundo ve sağ kalan tüm diğerleri de bu filmde bizzat kendilerini oynamışlardır. Film belgesel türünde Oscar adayı olarak gösterilmiştir. Filmi izlerken o yoksulluğa(maddi), ancak buna rağmen kalpten gelen mutluluğa (manevi), dansa, müziğe, aşkın sokaklara taşan haline ve aslında bir devrime şahit olacaksınız. Çünkü filmde "Bu devrim bitmez." ve " Biz düşlere inanırız" şeklindeki komün mesajlar da bulunmakta. 


Grup, Amerikalı gitarist Ry Cooder'ın önderliğinde bir araya gelen Kübalı müzisyenlerden oluşuyor. 1997 yılında çıkardıkları albüm 1998 yılında Grammy Ödülü kazanarak "Tüm Zamanların En İyi 500 Albümü"nden biri oluyor. Hikayelerini anlatırken söylediklerine göre, endişeleri "Albüm acaba 100.000 satar mı?" iken, günümüzde albümleri 8 milyonun üzerinde satmıştır ve Küba tarihinde satılan albümlerdeki en büyük satış oranına sahip olmuştur.


Yazımın başında da bahsettiğim gibi yazılacak bir çok efsane var. Bunlar yalnızca benim aklıma gelenler ve yazmadan geçemeyeceklerim.

Şu sıralar Brezilyalı şarkıcı Michel Telo Portekizce söylediği  "Ai se te eu pego" şarkısıyla çok popüler oldu. Klibi de şarkı kadar hareketli. İleriki zamanlarda Telo'dan bir Iglesias ortaya çıkar mı bilemem ama böyle giderse üniversal ününü katlama ihtimali yüksek. Benim bayılarak ve çok da eğlenerek dinlediğim bir şarkı. Şarkının anlamına takılmayacaksanız tavsiye edilir!

Vay, vay 
Beni bu şekilde öldüreceksin
Ah, yakalarsam
Ah, ah, yakalarsam

Tatlı, tatlı
Beni bu şekilde öldüreceksin
Ah, yakalarsam
Ah, ah, yakalarsam

Cumartesi diskoda
Herkes dans etmeye başladı
En sıcak kız yanımdan geçti
Böylece cesaret aldım ve konuşmaya başladım

24 Mart 2012 Cumartesi

Frank Sinatra ve The Godfather

Baba (The Godfather) en sevdiğim filmdir. Pekala çok ilginç bir durum değil, çoğu insanın en sevdiği film. Ders gibi film. Müzikleri de çok popüler. Lakin içerisinde bir oyuncu var, daha doğrusu bir karakter Johnny Fontane. Bu adam Don'un vaftiz oğlu. Aynı zamanda da bir aktör,şarkıcı. İlk filmdeki o düğün sahnesinde kızlar ayılıp bayılıyor zaten hatırlarsınız.

Frank Sinatra

İşte bu Johnny Fontane'in hep Frank Sinatra olduğu konuşulur. Kitabın yazarı Mario Puzo'ya sorduklarında hiç bir zaman evet demediyse de reddetmemiştir de. Puzo'nun ölümünden ('99) 5 yıl kadar sonra kızı çıkıp demiştir "Evet o Sinatra'ydı." diye. 
 
 Johnny Fontane, Baba'dan yardım istiyor.

Filmde Fontane, popülerliğini yitiren bir sanatçıydı. Baba'dan yardım istiyordu. Söylediğine göre bir film çekilecekti ve bu film onu tekrar şöhrete kavuşturacaktı. Pekala filmin çekimleri bir haftaya başlayacaktı ama yapımcı ona rol vermek istemiyordu. Baba da vaftiz oğlu için consigliere Tom Hagen'ı görevlendiriyordu.

Filme yabancı olanlar için consigliere, Don'un yani Baba'nın danışmanına verilen addır. Genellikle avukat olurlar ve olaylara politik çözümler ararlar.

At kafası sahnesi.

Consigliere Tom Hagen'da o yapımcıya gidip durumu sakince anlatıyor, adam parlıyor ve asla kabul etmiyor Johnny Fontane'i. Hagen da yapımcıya "reddemeyeceği bir teklif" yapıyor. Adamcağızın özene bezene beslediği atın kafasını kesip adamın yatağına koyuyor. Adam sabaha karşı uyanıp yanında hayvanın kellesini görünce çılgına dönüyor tabii ki. Rolü fazla bekletmeden Johnny Fontane'e veriyor. 

Burada bazı benzerlikler var. Sinatra da, Fontane de işe bir müzik grubuyla başlıyor. Daha sonra solo müzisyen olarak devam ediyorlar. İkisi de zaman içerisinde popülerliklerini yitiriyorlar ama bir savaş filmiyle durumu kurtarıyor. Hem de ne kurtarma!


İşte o Johnny Fontane ya da Frank Sinatra'nın tekrar şöhreti bulduğu film From Here to Eternity. Tam 8 Oscar alıyor ve Frank de en iyi yardımcı oyuncu oscarıyla törenden ayrılıyor.

Bugün Frank Sinatra'yı düşünün. Kimse arkasından "Pis herif mafyaydı, onu bunu vurdurdu!" diye konuşmuyor. Bir de bizim topuğundan vurulan Özcan Deniz ve Asena'ya bakın. Pek sempatik değil aslında. Bir de böyle düşünmek lazım...

23 Mart 2012 Cuma

The O.C.'den Geriye Kalanlar

Dawson’s Creek (‘98) benim ilkokul yıllarımın dizisiydi. O ne kadar çocukluğuma aitti ise, the O.C. de bir o kadar çocukluktan gençliğe giden geçiş dönemimin dizisidir benim için. ( Bu sense of teenage serinin bir diğer ismi için bkz. One Tree Hill ) The O.C, nam-ı değer “The Orange Country”, California’da 4 tane eli yüzü düzgün teenin çok fazla izlendiğinde yeşilçama doğru seyreden hikayelerini anlatan bir CNBC-e dizisiydi. Şimdi izlesem tipik bir Amerikan gençlik dizisinden öteye gidemeyecektir muhtemelen, ancak o zamanlar bu dizinin benim için takip edilmeye değer bir yanı vardı elbette.

Sol baştan: Ben Mckenzie, Mischa Barton, Rachel Bilson, Adam Brody

Film, dizi -sevdiğim sevmediğim ayırt etmeden- hafızam ne yazık ki hiç bir zaman iyi olamamıştır. O yüzden the O.C ile ilgili aklımda kalan çok sınırlı şey var. Nasıl bittiğini sorsalar onu bile hatırlamam. Kanımca O.C’nin en güzel yanı mükemmel soundtracklerden oluşuyor olmasıydı. Çoğu kişi böyle düşünüyor olacak ki "Music From the O.C. Mix" şeklinde 5 tane soundtrack albümü çıkardılar. Sırf müzikleri için bile izlenebilirdi çünkü dizi “O.C. müziklerini nereden bulabilirim?” sorusunu googleda aratma nedeniydi.

Dizi, Phantom Planet’in California adlı şarkısıyla başlıyor."California here we come” diyerek başlayan müziği geçen yıllara rağmen unutmadım.




We've been on the run
Driving in the sun
Looking out for number one
California here we come
Right back where we started from




Güneşli şarkılarına “Hello Sunshine” ile devam eder the O.C.

Ben ruhumu karartmayan müziğin, filmin, kitabın insanıyım. Dünyada yaşanacak sonsuz acı olduğunu düşününce insan biraz olsun bu alanlarda mutlu bir ilüzyon yaratmak istiyor belki de kendine. Bu şarkı, içinde sırf  ”California” sözcüğü geçtiği için bile bana tüm güneşli ve güzel günleri vaadeden enerjik ve sıcak bir şarkıdır. 

Eğer siz “Beni hüzün de bozmaz!” diyenlerdenseniz, ilk etkisini Jeff Buckley’in insanı içmeden sarhoş eden sesinden dinlediğimiz Hallelujah ile size yaşatır. İlk sezonunun finalini “It's a cold and it's a broken hallelujah” diyerek yapar.


Benim favorilerim ise, Joseph Arthur - Honey and the Moon, Finley Quaye & William Orbit - Dice, Imogen Heap - Hide and Seek, Alphaville - Forever Young. Sözleri de bir o kadar güzel olan bu şarkıları dinleyiniz, seviniz, sevdiklerinizle paylaşınız. Bazı şarkılar diziyle ve o sahnelerle bütünleşince daha çok etkiliyor insanı. Diziden bağımsız düşünüldüğünde aynı etkiyi yaratamayabiliyor, manasız gelebiliyor. Bu yüzden aslında şarkılar sahnelere aittir. Onları hep çok sevindiğimiz, çok üzüldüğümüz, çok aşık olduğumuz, asla unutamadığımız, zorlandığımız, düştüğümüz anlarla, anılarla bütünleştirir anlamlar yaratırız kendimize. O anlamlarsa şarkılarımızı anlamlandırır.

İlk yazımın şerefine -daha doğrusu ilk yazımın benim zihnimdeki fonu niyetine- The O.C.'den bu şarkının sözleriyle sonlandırıyorum. Ruhumuzun hep genç kalabilmesi dileğiyle...


So many adventures given up today,
So many songs we forgot to play.
So many dreams swinging out of the blue
Oh let it come true.

Forever young,
I want to be forever young.
Do you really want to live forever,
Forever, and ever?

18 Mart 2012 Pazar

Diablo 3 gelmeden...

Bu yazım çocukluğunda Diablo oynamış ve Diablo ile büyümüş bir nesil için geliyor. Malum serinin yeni oyunu Diablo 3, 15 Mayısta çıkıcak. Bir nostalji yapalım...

 Diablo, cehennemden kovulan bir melek hakkında. Bizim karakterimiz köyüne, Tristram'a dönüyor ve bakıyor ki köy sefil halde. Ne olduğunu araştırıyor. Köyün büyüğü Decard Cain diye yaşlı bir abi var o da diyor ki "Bir dur bir dinle! Bak şöyle şöyle...". Gazı alan oyuncu, şeytanın peşine düşüyor buluyor öldürüyor. Lakin bir ters köşe gol atıyor şeytan, karakterimizin ruhuna yerleşiyor.

Diablo 2'de ise, ilk oyundaki karakterimizin, ruhunda şeytanla savaşmasını ve fiziken şeytana dönüşmesini gösterirken, biz de yeni bir karakter yaratıp onun peşinden cehenneme kadar gidiyoruz.

 İşte bu muhteşem oyundaki o ufacık güzelim köyümüz Tristram'da çalan bir şarkı vardır. Belki dinlediğimiz en güzel enstrumental şarkılardan biridir bu.

Şarkının yazarı Mark Uelman adında Californialı bir besteci. Geçimini oyun müziklerini besteleyerek sağlıyor. Tabii adamlarda oyunlarla ilgili bir endüstri olduğundan, oyunlara müzik yapanlar da ayrı bir önem taşıyor.

Hangimiz Mario'nun müziğini unutabiliriz, ya da en sevdiğimiz çizgi filmlerin müziklerini? Hepsinin özel bir yeri vardır. İşte Diablo'nun müziği de böyle özel bir yere sahip.


http://www.youtube.com/watch?v=XheJnmLAwhk&feature=related


Yukarıdaki linkle, Diablo2'de çalan o güzel şarkıyı tekrar dinleyip nostalji yapabilirsiniz. Pekala oyunun en çok sevilme nedenlerinden biri de progresif müzikleriydi. Oyunu bekleyenlere tavsiyem, çok heyecan yapmasınlar. Bende betakey var, oyun eski tadı vermiyor. 
 

16 Mart 2012 Cuma

Turizm

Kuzey Avrupaya hiç gittiniz mi bilmiyorum. Oralarda güneş biraz çıksın herkes tshirt giyiyor. Güneşe o kadar hasretler. Hep yağmur. Mesela Norveç'te bir yağmur başlar, bir ay yağmur yağıyor, ağır yağmur. Bir eve kapanma durumu var. Depresyon tabii. Bir de onlara özel bir şey var. Sırtınızı şehre dönün kocaman, sonsuz bir doğa. Öyle büyük bir görsel şölen ki Monk by the Sea tablosunda gördüğümüz o hissiyatı yaşıyorsunuz. Evren, doğa öyle büyük bir şey ki, ne kadar da ufağız, çaresiziz.


Caspar David Friedrich - Monk by the Sea

Halbuki insanlar varolma derdinde, hep bir koşuşturmaca. Kendini kanıtlama, para kazanma, sınıf atlama yada mevkii atlama... Bütün resme bakınca, varolmak tek başına mucize gibi bir şey. Sanırım doğayı bilmiyoruz. Evrenin farkında değiliz.


İzlanda

İzlanda'da nüfus az. Doğanın içine kurulmuş hacmi büyük, özkütlesi küçük bir ülke. Bana eskiden çok hüzünlü gelirdi. Kuzey Avrupanın yalnızlığı ve hüznü. Bir tane canım var neden mutlu olmayım değil mi?! 

Geçenlerde D&R mağazasında gezerken bir şarkı çalıyor. Ben mest olmuş bir şekilde hemen gidiyorum, kim bu diye soruyorum. Sanatçının adı Lana Del Rey. İşte o şarkıda (Born To Die) ben İzlandayı düşündüm. O büyük yalnızlığı hissettim. İçime kötü bir his düştü. Sonra gitti o his. 

Eve döndüm, o şarkıyı dinledim, tekrar dinledim. Sonra bana aynı hissi veren o Kuzeyliler geldi aklıma. Hemen Björk açtım, Homogenic albümünü. O tam olarak İzlandaydı. 


Björk - Joga

Björk, Homogenic albümünde öyle özgün bir iş yapmıştı ki, sevenleri için müzelik bir işti. Bir yıl sonra ise Madonna'nın Ray of Light albümünü dinledik. Hani o Frozen, Power of Goodbye ve Nothing Really Matter gibi şarkıların olduğu. Madonna'nın çok ötesinde, çoğu müzisyenin çok ötesinde çok kaliteli bir iş. Madonna'nın en kişisel işi ve müzik yazarlarının çoğuna göre en iyi albümü. 


Madonna - Nothing Really Matter

Looking at my life
It's very clear to me
I lived so selfishly
I was the only one

I realize
That nobody wins
Someting is ending
And something begins

Şarkı, Madonna'nın Amerika'da ki en düşük liste başarısıydı ama Finlandiya, İzlanda ve Kanada gibi ülkelerde ilk 10'a girme başarısını göstermişti. 

Tabii Lana Del Rey'in klibini görünce ve albümünü dinleyince umduğumu bulamadım. Sesi bana inanılmaz derecede Nina Persson gibi tınlıyordu. The Cardigans'ın solisti. Onların 1998 çıkışlı Gran Turismo albümleri vardır. İsveçli bir grup. Grup üyeleri diyor ki "Bu albüm insaların dünyadaki yerlerini aramaları hakkında, bu yüzden albümün ismi tam olarak bunu karşılıyor. İnsanlar bunu aradıkları için bu dünyada hep turisttirler."


İşte bu turist olma durumu, içsel yolculuk, hep hüzünlü ve ağır geliyordu ya artık öyle gelmiyor. Ben, bu albümleri bu şarkıları dinledikten 15 yıl sonra hallettim belki de bazı şeyleri. Belki bu yüzden hüzünlü gelmiyor bu Kuzey Avrupa şarkıları...

Özgün'e ithafen

14 Mart 2012 Çarşamba

Zilin Hikayesi

Aslında burada işin tekniğinden ziyade bir hikaye anlatmak istiyorum. Bu ufak bir imalathanesi olan bir abim hakkında. Kendisine bir gün İspanya'dan bir sipariş geliyor. Bu çingenelerin, flamenko dansını yaparken ellerinde tuttukları zillerden yapılması isteniyor. Bu abimiz de bir çok özel projeye imza atmış, firmaların ürünleri için bilimsel araştırma yapan mühendis bir abimiz.


Flamenkoda kullanılan zil bildiğimiz Tarkan zilinin biraz daha büyüğü. Dansçılar bunları bazen ayaklarına da takıyorlar. İşte bu abimiz bu zilleri üretmek için gereken metalleri miktarlarını vb. özellikleri alıyor ve kalıba döküyor. Kalıptan çıkan ürün materyal olarak birebir aynı olmasına rağmen o güzel sesi vermiyor ziller. Yani bir türlü o güzel zil sesi çıkmıyor, hep teneke gibi ses veriyor.

8 Mart 2012 Perşembe

Neredesin Firuze film müziği albümü

Film müziği albümü Türkiye'de pek dikkat çeken bir şey değildir. Aslında şarkı olayı filmle de yıllarca yürümüştür. Yani İbrahim Tatlıses bir film çeker,  adı "Ben İnsan Değil miyim?!"dir. Bir bakarız Tatlıses'in gerçekten de öyle bir şarkısı vardır. Ne kadar ilginç değil mi?! Hatta Tatlıses çıkar filmin ortasında bu şarkıyı icra eder, biz de dinleriz. Klip tadında film sahneleri içerir işte bu filmler. Bizde de O.S.T. (original sound track) dedikleri de işte bundan ibarettir. Gerçek anlamda ciddi ciddi hazırlanmış bir film müziği albümümüz ne yazık ki çok sınırlıdır. Lakin bir çalışma var Türk müziğinde çok önemli bir yere sahip, pek bilinmeyip unutulsa da hakkını vermek için ben de bir yazayım dedim.


Neredesin Firuze, Özcan Deniz'in hayat hikayesini komedi ile harmanlayarak anlatan, müzikle içiçe duruşuyla YeşilÇam filmlerini anımsatan başarılı bir filmdi. Çok kafa kurcalamaya gerek yok, tabii ki klasik olamayacak bir gişe filmidir lakin kötü diyemem. Bu filmi müzik için özel yapansa Özcan Deniz'in vizyonunu bize anlatan enteresan bir playlist'e sahip olmasıdır.

 Albüm Gaip Arabesk adındaki entrumental intro ile açılıyor. Enstrumental şarkıyla açılış olayı zaten, güzel bir başlangıç. Ülkemizde pek bilmezler intro/outro olayını ama önemlidir esasen, derinlik katar albüm atmosferine.

Daha sonra 3. şarkı "Ya Evde Yoksa" şarkısı zaten, film içersinde gayet mideye oturan cinsten, zor hazmedilir güzel bir parça. Acapella şeklinde giden şarkı, bu tarz için Türkiye'de popüler olan 2. örnek. Diğer örnek Sertab Erener'in Belçikalı Voice Male grubuyla yaptığı (Zor Kadın) çalışmaydı. Hiç bir enstruman olmadan, sadece insan sesiyle yapılan parçalar. Buna örnek vardı işte bu albümde.

 4. şarkı Özlem Tekin'in muhteşem sesinden dinlediğimiz Kara Sevda. Aslen bir Karadeniz türküsü olan şarkıyı bizim asi kız Özlem Tekin yorumluyor. İşte albümün olayı burada zaten, her sanatçı kendi tarzının dışında bir çalışma yapıyor.

6. parça Beni Affet, Özcan Deniz'le Ragıp Savaş düet patlatıyorlar. No Comment bir çalışma!

7. ise Bülent Ortaçgil'in Sensiz Olmaz'ını Müslüm Babadan dinliyoruz. Burada da tarz kayması var, şahane!

12'de Özcan Deniz'in Ahirim Sensin yorumu da çok parlak. Dikkat çekmek isterim. Biraz rock altyapı var. Güzel.

13 ve 15'te Ata Demirer, 2 şarkıyla ilk şarkıcılık denemelerini yapıyor. Kendi uslubundan şaşmamış, komedi tarzında cıvık yorumuyla gidiyor. Hoppa şarkılarla albüme renk katıyor.

18'de ise Erol "The Saksı" Büyükburç, İnleyen Nameler'le godoman bir "finish him" yapıyor.

Aralarda, Ciguli, Bulutsuzluk Özlemi, Burcu Güneş, Janset, Işın Karaca gibi ünlüler de var tabii.

Satış rakamını bilemiyorum ama ülkede bir film müziği efsanesi olduğu kesin bu albümün. Zamansız bir albüm. Yenilikçi. Her zaman alınıp dinlenesi. Tavsiye ediyorum.











Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...