Sayfalar

26 Mayıs 2012 Cumartesi

2012 Eurovision'un Ardından

"Can Bonomo 7. olur" dedi, oldu. Tardu'nun hislerine saygım sonsuz, yine içgüdüleri onu doğru yönlendirmiş olacak ki aylar önceden yaptığı tahmini tutturdu. Ankette oy kullananların %66'sı ilk üç demiş, %59'u ise7 ve üstü demiş. Böylelikle verilen cevaplar da çok ütopik sonuçlanmamış oldu. Bonomo şu güne kadar gördüğümüzden, sahnelediğinden fazlasını sahnelemedi final performansında da kanımca. Değişik bir şey izlemedik. Ancak pozitif enerjisi ve sempatikliğiyle Türk halkının gönlünde taht kurmuştur diye düşünüyorum. Bundan bir kaç ay öncesine kadar çoğumuz adını bile bilmezken, Eurovision onun için iyi bir PR çalışması da oldu. İyi yanından bakmak gerek.  Twitter bugün trend topic'lerinde Can Bonomo patlaması yaşıyor. 1. olmayacağını biliyorduk, azcık makul da olmak gerek elbette ama Bonomo beni Sertab Erener'den sonra nedenini bilmediğim bir şekilde heyecanladıran ikinci isim oldu.


Türk milleti gizli milliyetçidir, her bayramda seyranda, her maçta, her yarışmada ortaya çıkar bu gizli kimliğimiz. Öyle ki "rimi rimi rey" gibi rezalet bir şarkıyla katıldığımız senede bile, şarkıcımız sahneye çıktığında , kalbimin pıt pıt atmasına engel olamamıştım. Sazıma sözüme hayranım, ne olursa olsun ülkemi, dilimi seviyorum. Avrupadaki sosyal ortamlarda bana pek bir kazancı olmadı şu güne kadar ama böyle durumlarda çok gaz olmaktan kendimi alamam. Avrupalıların bizim kadar bile önemsediğini düşünmüyorum şu şarkı yarışmasını. İngiltere'nin bitmek bilmeyen sonunculuklarından anlamak gerek bunu. Bir Blue bile kurtaramadı onları.


Bu yıl komşu ülkemiz güzel Azerbaycan'da Bakü'nün ev sahipliğiyle gerçekleştirilen 57. Eurovision Şarkı Yarışmasının 2012 yılı birincisi ise İsveç'ten Euphoria şarkısı ile Loreen. Şarkılar yerine yine ülkeler yarıştı ama 1. olan tartışmasız alıyor puanları Eurovision'da. Birincilikte siyaset dönmüyor. Nitekim 2003 yılında Sertab 1. olduğunda da durum böyleydi. Birinci olurken iyi de, 7. olurken mi siyaset oluyor. Oyunu kim kazanıyor dersek, iyi olan kazanıyor.


Gelelim Loreen'e. Saçları girmiş gözüne gözüne, bilemedim ben. Ben Loreen'i de, şarkısını da dinlediğim ilk anda çok beğenmedim şahsen ama ne güzeldir zevklerin ve renklerin tartışılmaması. Belki yarın objektif bir kafayla dinlediğimde severim. Elbette ki çok beğenenler olacaktır. Beğenenlere ayıp olmasın. Şu güne kadar milliyetçi damarımı bırakıp kimi sevdiğimi sorarsanız şüphesiz 2009 yılı birincisi sempatik Alexander Rybak derdim. Çok tatlı şarkıydı Fairytale ve sonuna kadar hakederek kazandığını düşünmüştüm. Zaten şuana kadar alınan en yüksek puanı almıştı Rybak. Ancak Loreen, Alexander Rybak'ın bile rekorunu kırarak Eurovision tarihinin en yüksek puanıyla (372) birinciliği haketti.

Lorine Zineb Noka Talhaoui

Alexander Igoryevich Rybak 

Gecenin benim için sürprizi ise L'Amore é Femmina (Out of Love) şarkısı ile İtalya'yı temsil eden Nina Zilli'nin katıldığını görmek oldu. Kendisini çok çok severim lakin şarkısı çok güçlü değildi. Buna rağmen İtalya da 9. oldu.

Nina Zilli, Eurovision 2012

Her yıl ailecek heyecanla beklediğimiz, komşunun komşuya oy verdiği yarışmadır Eurovision. Küstüm tüm yabancı arkadaşlarıma, haberleri yok. O kadar Avrupalara açıldık, iyi kötü bir network yaptık, bize yine oy yok, yine yok. En nihayetinde benim iyisiyle kötüyüsüyle tüm desteğim kendi ülkeme tabii ki. Diğerlerine ise diyebileceğim "Benim sana puanım .... kanka." Fill in the blanks, anladınız.

PS: Her şeyi anladım, İsveç'in birinciliğini bile kabullendim ancak ve ancak şu Rusya'nın 70 yaş üstü köylü  nineler dalgasına bir türlü anlam veremedim. Neden bu kadar beğenildiklerine ise hiç mi hiç anlam veremedim. Sorun onlarda değil bende herhalde. Tiyzeler 2. oldu yahu...


22 Mayıs 2012 Salı

Büyükada'da Nostalji

Bu haftasonu Büyükada'daydım. Sakin ve huzurlu. Avrupa yakasına 1.5, Anadolu yakasına ise yarım saat uzaklıkta. İster vapur, ister deniz otobüsü, ister motor kullanın ama muhakkak gidin oraya eşinizle, dostunuzla,sevdiğinizle. Ben ilk defa gittim, çok beğendim. İstanbul'un curcunasından, kalabalığından,park yeri sıkıntısından, tozundan bunalan İstanbullu için tam bir kaçış merkezi. Aslında ne kadar yakınsınızdır İstanbul'a, ama o kadar uzak hissedersiniz kendinizi. Ne dışındasınızdır ne de içinde. Oldum olası adaları sevmişimdir. Kaçsan kaçılmaz gibi gelir bana, ne de olsa dört tarafın deniz.


Ada'da motorlu araç yok. Olmasına gerek de yok. Adına aldanmayın, "büyük"ada aslında oldukça küçük. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyorsunuz. Her yerde bisiklet kiralayan küçük dükkanlar var. Bir de faytonlar...Faytonlar için ne kadar nostaljik diye düşünseniz de , yürüyenler ve bisikletliler için oldukça tehlike yaratıyorlar. Belki asgari sayıda olsa sempatik olabilirmiş ancak bir at çiftliği oluşturacak sayıda olunca ve insanların hayatına tehlike yaratacak şekilde sürülünce pek de hoş olmuyor. Ayrıca insan daha nezih olmalarını bekliyor. İlla bu kültür yaşatılacaksa da, hadi fayton sayısı yine azami ölçüde olsun, bari kılık kıyafetleri düzgün olsaymış faytoncuların. İnsanı Büyükada'da hissettirselermiş, ghettoda değil. İnsanı eskiye götüren, daha nostaljik, nezih giysiler giyselermiş. Son derece paspal, pis bir görüntü var etrafta. Fayton fiyatlarının fahişliği de ortada. Kültürü, geçmişi ticarileştirdin mi hoşuma gitmiyor.


Büyükada'yı her şeye rağmen çok sevdim bu bir kaç sorun haricinde. Kendimi yeşilçam filmlerinde gibi hissettim. Eski 45'likler çaldı durdu zihnimde. Fonda Tülay'dan İlk Aşk, Yeliz'den Hoşgeldin Bahar veya Yeşim'den Aşk Alfabesi...Ayferi'den Yalan Dünya sonra Füsun Önal'dan Oh Olsun. Diğer yandan Ayten Alpman söylüyor, "Sevince Her Şey Başka"...Tarık Akan ve Filiz Akın çıkıyor, "Tatlı Dillim"...

Ada sizi çok eskilere götürüyor. Bu küçük Yeşilçam vari adaya yolunuz düşerse, keyifli günler geçirin. Çünkü şehre geri döndüğünüzde devamlı olarak sorumluluk yükleyen bir hayat sizi bekliyor.

13 Mayıs 2012 Pazar

Fazıl Say'dan Yeni Bir Senfoni: Universe


Fazıl Say yeni bir senfoniye başlamış. Pekala belli heyecanlı ve bunun hakkında ufak bir bilgilendirme yazısı yazmış facebook'unda, şu şekilde yazıyor:

"5 gun once 3. Senfonim UNIVERSE calismalarina basladim, ilgilenenler icin, bu eserle ilgili anlatmak istediklerim var.Eser merhemim oldu.

Universe Senfonisinde, orkestrasyonuna,son yillarda cikartilan 35 yeni enstrumanin katilimi var,bu duruma "Das neue Orchester"adini verdim.
Orkestra su ana kadar hic duyulmamis bir renkte tinlayacak, dunyevi olmamasi gerekir.

Universe Senfonisi 30 dakika olacak. Ilk bolum "Evrenin Genislemesi". Big bang ile baslayan,"Bigbang" sesi icin belirledigim nota "re".
Bu re pes bir re ve kayan bir nota ozelliginde.

Universe, temelinde bir matematik calismasidir, 28 vuruslu ilk bolum, 7/6/5/4/3/2/1 toplami olan, 2ye, 4e,7ye,8e,14e,28e, bolunen..
Ama dinleyici, matematik ile ugrasmadan, evrenin genislemesini muzik olarak hissedecek.
Sonra gezegenler/ galaksiler bolumleri.Venus,Mars, Gliese581,gibi...

Deneysel ve uhrevi bir calisma
Bana meditasyon olan..."


Aslında anlatacak çok şeyi ve anlatmak için az yeri olduğunu görüyorum facebook'ta. Bir de facebook üzerinde çabuk tüketilmesini istemiyor fikirlerinin. Bu yazıdan bazı soru işaretleri çıkıyor. "Neden 30 dakika?" benim ilk sorum. Süre oluşum ve notaların matematiğiyle ilgili bir hesaplama mıdır acaba? Bir de o yeni 35 yeni enstruman nedir? Bu bile başlı başına inovatif ama çoğu insana da garip gelebilir. Oluşumun felsefesini nereye bağlayacak ve hissiyat olarak "Sonsuzluk" mu olacak yoksa "Başlangıç" ya da "Oluşum" gibi bir şey mi? Belki hepsini sırayla duyarız. Fikir olarak güzel görünüyor. Umarım çok beklemeden dinleriz.
 

10 Mayıs 2012 Perşembe

Bir Ömürlük Misafir

Ne zamandır aklımdaydı onu yazmak. Bugün yarın derken, bu gece yazıyorum. Mevzu bahis Erkan Oğur. Yazılanları okudum da, "Müzik bir din olsa, o dinin peygamberidir" diye bahsetmişler. Tek kelimeyle, doğru.Hakkında yazılanların hiç biri abartı değildir. Ne zaman dinlesem, tek hissettiğim yalınlık oluyor. Sadelik,özgünlük, imaj kaygısından, sosyetiklikten uzaklık, karmaşadan terk, isminin önüne aldığı sıfatları çok, pek çok... Anlayacağınız derviş gibi adam. O söylerken sizonun müziğe kendini teslim edişine, ruhunu verişine şahit oluyorsunuz, bu yadsınamaz.


"İnsanın, salt yaşantısı ve yapıp ettikleri doğayla uyumlu olduğu müddetçe
başarıya erişme şansı vardır."

Perdesiz gitarın ve perdesiz bağlamanın tanınmasına olanak sağlamasından ötürü sadeceTürkiye'de değil dünya müzik literatüründe de tanıyanı, seveni çoktur Oğur'un. "Oğur sazı" adını verdiği, kendi dizaynı olan 9 telli sazı vardır. Perdesiz gitar da dahil olmak üzere bir çok telli çalgıyı çalan bir enstrüman ustası, dünya insanı,öğretmen,Bülent Ortaçgil  konserlerinin eksilmeyen gitaristi. MFÖ'de bile fonda duyarsınız inceden inceden de bilmezsiniz onun Erkan Oğur olduğunu.


Ah efendim
Önemi yok halimin
Seyredem hayret ile şu alemi
Ne bilinir kıymet
Ne kıyamet Allah'a emanet
Ne gelir elden
Ne sahibim bu yerde
Ne kiracı Sadece
Bir ömürlük misafirim ben

 
"Bir ömürlük misafirim ben" diyor, insanın kalbinin orta yerine işliyor. Nasıl bir adam anlamadım ben... Ben türkü yorumlayamam. Ama bana verdiği hissiyatı yorumlayabilirim. Şarkının içinde "aşk geçmez ama aşkı hissettirir, yalnızlık geçmez, ölüm geçmez, hepsini hissettirir. O an neredeyse aklınız, kalbiniz, her neyse düşündüğünüz şarkıyı o yapar.

Çarşı İzni

Çarşı izinleri asker için kutsal bir mesele. Acemilik bitiyor sonrasında ise şafak saymak sinir bozucu olduğundan haftasonlarını saymaya başlıyorsunuz. Çarşıya çıksak, bir kahvaltı etsek güzel olur, hatta bir balık yesek süper olur diye düşünüyorsunuz. Malum birlikteki yemekler hep benzer şeyler olunca sıkıyor adamı. Nefes almak gibi bir şey çarşı izni bizim için. Bir de çarşı izniniz kitlenmesin diye o dakik davranışlarımız, üstünde bozuk para zıplatacak kadar titiz yaptığımız yatağımız hep bize hatıra olacak.Öyle önemli bir şey çarşı izni.

Çarşı sonrası da var tabii. İzin bitiyor ve saat akşamüstü 5 olunca birliğe dönüş yapmanız gerekiyor. Dolmuşlara gidiyorsunuz bir sıra var karşınızda. Hepsi asker olan bir sürü delikanlı sıra bekliyor. 20'şer 20'şer biniyorsunuz dolmuşa ve birliğinize dönüyorsunuz. Dönerken camı açıyorsunuz, rüzgar içeri doluyor serinliyorsunuz.

İşte orada ufak ufak çalan müzik size yeterli gelmiyor. Arkadan biri bağırıyor "Ses ver kaptan! Bir haftadır müzik dinlemiyorum...". Şöför radyonun sesini köklüyor, rüzgarda yüzünüze vururken sıradaki parça Ahmet Kaya'dan geliyor...

Yağmur yağar ıslanırsın vay aman 
Güneş doğar kurumazsın vay aman 
Ay ışığı de durursun vay aman 
Yakamozsun sen 

Sessiz sessiz ağlar gibisin vay aman
Güneş doğdu gidecekmisin vay aman
Bırak ay gitsin sen kal bu gece vay aman 
 Umudumsun sen 

Şarkı güzel ama askerde olunca başka anlamlar yüklüyorsunuz şarkıya, acaba pusuya giden bir PKK militanı için mi yazdı diye. Sonra etrafınıza bakıyorsunuz çıt çıkarmadan dinliyor insanlar, bunu farkediyorsunuz. İçinizden düşmana küfrediyorsunuz, yine de şarkı ağzınıza dolanıyor. Müzik dinlemenin, güzel bir şarkı dinlemenin hazzı ve biraz da kafa karışıklığıyla birliğinize katılıyorsunuz.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...